29 Ekim 2015 Perşembe

Güzel...

Susmak güzel bazen, en şiir yazılası anlarda. Ve en çizilesi gecelerde, oynatmamak kalemi, güzel.

Hiç yazılmamış bir günlüğün tozlanmış sayfalarının üzerine arada bir üflemek, özlem dolu gecelerde adam gibi hasretleri özlemek, en unutulası günlerde unutmayı unutmak güzel.

Sevincin nirvasında karşına çıkan ilk kişiye sarıltan o şey neyse, bir patlama, bir hormon mu neyse işte artık, o güzel.

Sen de güzelsin, bazı bazı...

25 Ekim 2015 Pazar

Beyaz gün dostluğu

Neydi kara gün?
Gecenin en uzun olduğu yirmi bir aralık mı?
Ağlanan günler mi? Bir bebeğin mesela, her günü kara mıdır öyleyse?

Sahi bir de dostluğu vardı bu günün. Şu sıkı olanlar hani. Veyahut sıkabilme derecesinde tekrar edilen övgülerle donatılanlar.

Ağlayanla ağlamak kolaydır aslında.
Misal vercek olursak gözümden bir kaç damla yaşın süzüldüğü tek cuma hutbesinin imamı hıçkırıklara boğulmuştu.
Mesele gülenle gülebilmekte, mesele güldüğün her anda dostlarını hatırlayabilmekte. Mesele, sele kapılıp giden bir dostunla ağlamak değil, mesele kahkahalarla ona el uzatabilmekte.
Bir kaç tane daha "mesele" ile başlayan cümle daha kurarsam sanırım sele kapılıcam, susuyorum.

Ne diyorduk?
"Beyaz" gün dostluğu. Var mıdır bilmem ama olsa adı böyle bir şey olurdu herhalde.
Yani yanında ağlayabildiğiniz herkesi dost sanmayın, hayatınıza ne kadar kahkaha kattığına bakın.

Dostlarınızın yanında ağlamayın demiyorum yanlış anlamayın. Olur olmaz yerlerde gereksiz nedenlerden dolayı "ulan bu çocuk kara gün dostu" deyip ağlamayın. Hüzünlendirmeyin dostunuzu bir kaç basit mesele için. Dostunuzla iken gözünüzden değil ancak kalbinizden akan yaşlar olsun masada, olacaksa.
Ve unutmayın göz yaşı dökmek ağlamak değildir, soğanın neden olduğu bir eylem ne kadar asil olabilir ki zaten. Ağlayacaksanız eğer, kalbinizden çıksın göze giden damlalar.

Mesela
Neden bu kadar gözü yaşlı aşık(!) var dünyada biliyor musunuz?
Çünkü ucuz hayaller ancak göz yaşlarına değer,
Kalpten ağlamak bedel ister...

22 Ekim 2015 Perşembe

Sen gittin daha demin

Yeni yeni acılar doğuruyor güzelliğin.
Karşında anlamı kalmıyor sayfalarca sözelliğin.

Harı gitti demimin soğuyor, yetmiyor ateşin.
Sen gittin daha demin, soluyor gülleri bahçelerin.

Git gide daha da soğuruyor gün ışığını tenin.
Sahi şu yüzün mesela, daha mı parlaktı senin?

Belki de kalkması gerekiyordu bazı perdelerin.
Şu sözüm mesela, yeni bir düşüncem mi benim?

21 Ekim 2015 Çarşamba

Gün geçtikçe sen oluyorum

Gün geçtikçe sana benziyor her şey.
Bir çiçek, bir hayat, bir su bile sana benziyor.
Ne kadar benzetme varsa uğruna harcanmış,
Hepsi, hepsi sana benziyor.

Gün geçtikçe sana benziyor sabahlar.
Güneş geçtikçe ay daha bir resmetmekte yüzünü.
Ay geçtikçe gecenin karanlığı, hüzünlendiriyor sözümü.

Hayat geçtikçe sana benziyorum ben veyahut sevebilme ihtimalin olan kim varsa, hepsinr aynı anda benziyorum.
Zaman geçtikçe daha bir sen oluyorum, ve soguklugunun verdiği titremelerle daha bir donuyorum.
Zaman geçtikçe saatim "Tik, Tak" diye değil "Sen, Ben" diye atmaya başlıyor.

Gün geçtikçe daha bir seviyorum seni.
Ama kalbime düşürdüğün her hüzün damlası söndürüyor ateşini yüreğimin.

Bırakmak istiyorum şu kalemleri bir zaman sonra.
Ve diyorum ki bazen, gün geçmesin ki daha bir söneyim sana.
Güneşi, ayı ve hiç bir tabiat olayı şahit gösterilmesin aşka.
Çekmesin fuzuli bir "Ah", devran olmasın çarkı felek.
Ya sen dön bana, yahut şu dünya dönmesin artık.
Ya geçir beni kendimden, ya da günler geçmesin artık...

19 Ekim 2015 Pazartesi

Çocukmuşuz Sebastian

Çocuktuk be Sebastian.
Hayat geçiyordu, yenileri geliyordu, yeni yeni geçiyordu her şey ve biz hep çocuktuk.
Olgunluk denen masallar anlatılırken etrafımızda biz çocuktuk.
Çocuk halimizle seviyorduk ve çocukca yaşıyorduk her sevdamızı.
Ne vakit kızsak kadere çocuk gibi kızıyorduk.
Çocukla çocuk oluyorduk kalp ile her kavgamızda.
Daha bir portakal kadar olgunlaşmamışken karakterimiz, biz belki de ancak bir çocuğun yapabileceği şiddette ısrar ediyormuşuz.
Çocukmuşuz sebastian, "sen kaç yaşındaydın küçükken?" gibi şakalar yapacak kadar küçükmüşüz.
Küçüklüğün de yaşı yokmuş meğer.
Ama sen her şey gibi bunu da alaycı bir tavırla"boş ver", ne kadar laf varsa arkandan söylenmiş, veyahut kimler haykırmışsa yüzüne yüzüne, hepsini boş ver.
Sen bir tek çay bardağımı dolu ver şu boş insan kaynayan dünyada.
Ama sence de biraz büyümenin vakti gelmedi mi?
Ne?
Yana yana piştik, olgunlaştık mı diyorsun.
Kim bilir belki de...

Sen yine de söyle ona sebastian, kalemi elime aldırmasın her akşam akşam...

Kırıldım, saç uçlarıma kadar

Bir tweet atabilmek için üç yüz sayfalık bir kitabı tek gecede bitiren birinden, pulsuz bırakılmış bir kırgınlık mektubu...

Çok kırmıştın beni o gün, saç uçlarıma kadar kırılmıştım.
Kaç parçaya kırılabiliyorsa bir çay bardağı o kadar, o kadar kırılmıştım sana.
Sahi.
Kaç işçi gerekir bir bardak çayı toplayabilmek için?
Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde çay için?
Kaç santimetrekareye dağılabilir ki bir bardak çay?
Boğazda umursuzca saçılmış bir bardak çayın dem taneleri misali dağılmıştım o gün, sur uçlarına kadar dağılmıştım.

Hala da toparlanamamışımdır belki de kim bilir.
Karşılaştırmak zor senden sonrasını, öncesini. Senden önce ben bir kitaptım belki de ve en fazla bir kitapta olabilecek kadar mutlu! bir son bekliyordu beni...

Son adımlarım

Son nefes alışlarım, bir yıllık nefesimi almış, zaman zaman nefesimi kesmiş bu sınıfta.
Bunlar son kalp atışlarım, yeri geldi mi nutkum gibi kalbimin de tutulduğu bu (tutucu) yerde.
Son bakışlarım belki de yahut son buluşlarım.
Son gecenin sabahı bugün, bir daha yağmurunu kokusunu hissedemeyeceğim toprakta.
Bunlar, ayazı ayyaşı titreten bu tepenin bir aşk sarhoşuna verdiği son titremeler.
Kader örmeden ağlarını, sağ taraftan örülmüş telleri son görüşüm.
Son aşma hali bu aşılması epey zor dağın zorluklarını.
Bugün son günü, son ayazların, son titremelerin, son örgülerin, son atışların, son alışların son bulmalarının son günü.
Ve son yazım (güler yüzlü) bir dostuma, yazdıktan hemen sonra okutabileceğim

17 Ekim 2015 Cumartesi

Zamana bırakılmış bir yazı

Ne kolay be öyle her şeyi zaman bırakmak.
Hasret oluyor, zamana bırakıyoruz. Ne kadar yara varsa iyileşmeyen zamana bırakıyoruz.
Ölüyoruz, zamana bırakıyoruz kendimizi.
Seviyoruz, zamana bırakıyoruz.
Zaman sevdiklerimiz bize bırakmıyor mesela.
Ve ne vakit zamansızca gittse biri, biz yine amansızca üzülüp zamana bırakıyoruz.

Hiç düşündünüz mü?
Ya zaman da size bırakıyorsa?

Sevgim Acıdığından

Gelenler oluyor hayatta, zaman zaman da gidenler. Hiç gelmeyenler de oluyor, gitmeyi reddeden de.
Sevenler de oluyor yüzüne karşı, arkandan sövenler de.
Yazanlar da oluyor rahat rahat, bir damla mürekkep akıtmamış olan da.
Sevenler de oluyor susup susup, yarım kalanlar da yazıp yazıp.
Mesela ben.
Sahi be seni sevdigimden yazmıyorum ben, sanırım acıyı sevdiğimden bu sözler yada edebiyatı en azından deniyor olabilmenin verdiği mutluluğu hiç bir şeye değişmeyeceğimden.

Sevginin acıttığı kadar yazmıyorum. Yazdığım kadar acıtmakta sevgin.

Bir başka yazı

Hep başkaydım ben, hiç sizden olmadım.
Bir başka bakıyordu gözlerim ona.
Bir başka akıyordu sözlerim kağıda.
Başka başka yazıyordum üç kuruşa harcadığınız beş kuruşluk hayatlarınızı.
Başka başka yaşıyordum sonra.

Her seferinde şaşıyordum ve anlamlandıramıyordum yalan sevdalarınızı.
Bir başka seviyordum ben
Bir başka gülüyordum
Başka başka ölüyordum mesela.
Bir başka yanıyordu kalbim
Bir aşka yanıyordu kalbim.
Ben hep farklıydım sizden.
Sevdalarım, nidalarım, sorularım,
Dünüm, günüm, önüm hep farklıydı.
Size oyun gibi gelirken her şey.
Bana,
Yaşamak gibi geliyordu aşk, yaşam gibi o da gidiyordu sonra

16 Ekim 2015 Cuma

Bir varmış bir yokmuş

Bir varım bir yokum her masalın başlangıcında.
Varım yoğum masallar.
Satır aralarında geçiyor hayatım.

Bir açım bir tokum her dünya nimetine.
Açım, bayatlar.
Tokum bayat say.
Doymuş yağlara doyamamakla geçiyor her öğün.

Bir yarım bir de tamım her şiirde.
Yarım hayatlara adamışım tam sevdaları.
"Bir yarım yarım"gibi tamlama oyunları ile geçiyor zaman...

Bazen şekilsizim veyahut yozum, böyle.
Alıştım da kendime, hemen her yazım böyle.

Bu iş zor yonca

Bu iş zor yonca,
Yapılacak iş varken onlarca,
Oturup da sevmeyi denemek -onlar-ca!
Zor.
Bırakmak zor yonca.
Hani senin dördüncü yaprağın?
Ve hani tutmayacak demiştik kalemi parmağım.
Zor bu iş yonca, zor.
Bir yeşilinin sayısına, bir de papatya yapraklarına sarılmak umutla, ikisi de delirtiyor insanı,
Ne güzel küçükken bir yaprağını ikiye bölüp buldum diyor kendimizi ve bir kaç dostu kandırıyorduk.
Büyüdükçe zorlaştı mı her şey ne?
Gerçi ne zaman kolaydı ki sevmek,
Sahi bu iş hep zor be yonca...

Öldürmeyen Aşk Güçlendirir

Daha bebekken, elimi yaktığım sobaya ısrarla dokunmaya çalışmamdan belliymiş acıyı seveceğim.
İlk okulda ısrarla dayak yiyeceğimi bildiğim çocuklara dalıp dalıp dayak yememden anlamalıymışım mazoşizmimi.
Sahi, ağzına acı biber sürülmüş bir çocuğun bir kaşık daha alabilir miyim demesini nasıl açıklarsınız?
Ben de böyleymişim işte acıyı sevmişim hep. Gözlerimin uykusuzluktan acımaya başladığı bir gecede kanal değiştirirken denk geldiğim bir programda bir doktor "acı iyidir vucudu sağlamlaştırır" diyordu. Aşk da böyledir belki, lakin tek fark vücudu degil ruhu yakmasıdır ısrarla yaklaştığı ateşle. Dayağa doyamaması bir kalbin ve en saf örsler üzerinde dövülmesi sürekli, belki de alacağı yeni darbelere hazırlar onu. Yaptığımız hatalar yaktıkça ağzımızı, aslında karakterimizi güçlendiriyordur olamaz mı?
Belki de öldürmeyen sevgi güçlendiriyordur...

Her temas iz bırakır

Her temas iz bırakır,
Ve ne kadar derine girmişse bir hançer o kadar zordur iyileşmesi.
Ne kadar içine işlediyse bir aşk o kadar zordur onu ordan çıkarmak.
Her seviş güz bırakır,
Ve bahar yağmurları kadar ıslak bir yüz olur geriye kalan.
Ne kadar sert estiyse rüzgarlar o kadar titretir kalbi.
Her bakış bir söz bırakır,
Seher vakitlerinde yazılmış "farz edelimki"lere bir kelime daha ekler.
Ve kaç kelime yazıldıysa bugüne kadar bakışlardır sebebi.
Gülüşleri köz bırakır
Yakar sebepsiz tutuşmalardan çıkmış alev tohumlarını.
Ne kadar el varsa kararmış tutuşmaktan, bu közün yanında hiç kalır.
Her şiir yerini bir başkasına bırakır
Her seferinde daha güçlü, daha bir gür çıkar mürekkep kalemden,
Ve ne kadar derinine işlemişse mürekkep kağıdın öyle zordur onu yazıldığı yerden çıkartmak...

14 Ekim 2015 Çarşamba

Bıraktım

İçimi açmayı bıraktım şu kırmızı güllerin açmaya korktuğu gri şehrin siyah ve beyaz insanlarına.
İçime acımak anlamsız geldi o insanlara baktıkça.
İçime dahi akıtamadım gözyaşlarımı, sel olup terk ettiler beni, adına yağmur dediler.
Ve kaldıkça bu renksizliğin ortasında, içime almaktan vazgeçtim sevdaları.
Hüzün dolu gecelerde içlenmekten,
Her gün düşleyip iç çekmekten,
Belki de ancak böyle bir yazının kelimelerinin maruz kalabileceği şiddette içiçe geçmekten yoruldum artık.

İçim acıya acıya, içimi acıta acıta bıraktım ben de.

Unutulacaksın

Şu kahrolası şarkılar da olmasa içinde adının geçmediği ama bir okadar da senden bahseden, hatırlanmayacaksın hatta belki hatırlamadığın dahi umursanmayacak. Şu sana benzeyen her çiçeğin şiseye sıkıştırılmış halini aradığın kokular da yayılmasa bahçelere, kazağımdaki kokunun sahibini unutacağım. Şöyle bir kaç sağlam rüzgar da çarpmasa suratıma "hatırla" dermişçesine, saç tellerinin yüzüme düşmüş gölgesi aydınlanacak. Her kış, giydiği uzun kollu bluzlerini parmak eklemlerine kadar çeken kızlar da geçmese kızılaydan, neredeyse unutacağım bir kaç alışılmış alışkanlığını. Şu iptal edilmiş internet sipariş mailleri yahut bir kaç pulsuz mektup da kaybolup gitse mazide, her doğum günün benim dünüm olacak yirmi dört saat gecikmeli kurulmuş saatler eşliğinde. Ya da ne bileyim işte, şu bedava takvim dağıtan, sonunda tic.ltd.şti. yazan şirket isimlerinde kullanmasalar adını belki de çoktan unutmuştum. Kupa kızını her gördüğümde bu kadar düşmesen aklıma yahut Teoman çocukken bir trafik kazasına kurban gitmiş olsa mesela belki de çoktan düşmüştün aklımdan kim bilebilir ki? Şu "unutmak" kelimesi kalksa tedavülden belki de daha yaşanası olurdu hayat.

Sadece (birileri) 'nin anlayabileceği bir yazı

Ne sarıydı saçları ne de bir çift mavilik vardı yüzünde.
Bazen gereksizdi kusur aramak, cennet bahcesinde.

Korksam da bir gün adını geçirmekten sözümde.
Ben ondan bahsediyordum yine, zamansız gelen her şiirde.

Kışın açan bir çiçeğin karlardaki deliklerinde mutluluk aramak gibi bir şeydi benimkisi.
Sahi mavi ve sarı mıydı şu yağan şeyler.

Bazen, haftada 5 gün girmek zorunda olduğum bir kaç metrekareden çıkamıyordu aklım.
Bazense iki şehrin hikayesi oluyordum, bir ülkeden, bir iç ülkeye yahut bir hiç ülkeye.

Ve tüm bunlar karıştırırken aklımı ben yine şiir yazıyordum, hatta şiirin dahi beni yazdığı oluyordu zaman zaman. Anlamlandıramıyordum yaşadıklarımı, tıpkı bir çoğunuzun kısa bir göz atıp geçtiği bu şiiri anlamlandıramayacağı gibi. Derin düşüncelere dalıyordum zaman zaman ve her zaman çıkmak mümkün olmuyordu o sulardan, derinlikler içinde kaybolup gidiyordum zamanda ve çok derin kafalar yaşıyordum tıpkı bu yazıyı yazarkenki gibi.
Kaderi telefonun yaptığı yersiz düzeltmelere bırakılmış bir şiir gibiydim, sonu belli olmayan ve alabildiğine alakasız bütünden. Ve zaman zaman kaderimi yersiz düzeltmelere bırakıyordum ben de. Şiir yazmadığım istisnai zaman dilimlerinde dostlarıma bir nasılsın diyordum yetiyordu. Dostlarım, yani şu "kanka" deyip geçtiklerimden ziyade bu yazıyı anlayabilecek kadar beni tanıyan ve beni ben kadar iyi bilen istisnai insanlar.

Güz yaşları

Güz yaşlarının sel olduğu bir ilk baharda, şöyle sağlam bir kaç gözyaşı eşliğinde arayışta bu kalp. Ne koysalar önüme, dökülen tuzlu sular ile kahırlandırıyorum onu da.
Hıçkırmaktan ağlayamıyorum bile.
Ama sen boşver tüm bunları, gözüme bir şey kaçtı varsay, kalbime kaçanları görme n'olcak.

Mazoşistdir sevmeler

Aşk mazoşizmdir, acıyı seveceksin.
Sevmek kör olmaktır, bir onu göreceksin.
Yanmak kor olmaktır, bir ona söneceksin.
Durmak öyle sebepsizce, yok olmaktır, dünya gibi döneceksin.
Saklasan da sözünü, bir tek onu öveceksin.

5 Ekim 2015 Pazartesi

THE END

Gece kendini uğultulu rüzgarın ıssızlığına bırakırken,
Hayat tüm basiretimi bağlayıp seçimi sana bırakırken,
Güz, yerini unutulmuş bir mevsim çaresizliğiyle gökten düşen pamuk tanelerine bırakırken,
Sen, hiç tutmadığın ellerimi bırakırken,
Milyonlarca şair, kelime oyunlarını artık bırakırken,
Hayat benden seni alıp bir şair musvettesi bırakırken,
Şu vefasız dünyanın vefasızları sağolsun, bir mecnun daha sevmeyi bırakırken,
Sevdan bile kaybolup, geride "şiir" denilen bir bağımlılık bırakırken.
Ve artık seni kastedip etmediğimi dahi bilmediğim onca karalamanın üzerine tüm kalemleri bir kenara bırakırken,
Ben yazmayı bırakıyorum,

Ve artık güven bana,
Zira bu sefer sana verilmedi sözüm.
Anladım, gerçekten sönmeli bu közüm.
Mertçe söylüyorum şimdi,
Ne sana ne de başkasına deger uğruna ölüm,
Ve bilmeni isterim kimseye de ithaf olamaz önsözüm.

Ve işte bunlardı bir şairin kaleminden çıkan son mürekkepler. Yahut bir bağımlının son dozları...

Falan Filan

Dudağından çıkan zoraki bir tebessümde samimilik aramak gibi bir şey bu,
Bir kaç basit kafiye ile anlatılamayacak bir şey bu,
Yüzüne her baktığımda,
Hüzüne çıkacak bir yol görmek,
ve her sözüne öğüt dinlermişçesine kilitlenmek bu,
Yahut onun gibi bir şey işte, sadece bir şey.
Ve ben ne vakit anlam veremesem bu birşeylere bağırıyorum şaka yollu.

Puslu bir bahara doğmuşum nargile içinde duman.
Doğru değil "elif"ler, sevdalar yalan.
Sefil bir kaç kafiye şairlikten kalan.
Ve yetersiz kelamlar, tek denilen, 
"falan filan"

4 Ekim 2015 Pazar

Gözlerine bakmak

Nasıl göz göze gelebiliyor ki insanlar?
Birbirlerinin hangi gözüne bakarak gelmiş oluyorlar göz göze?
İki gözün hangisinin boynunu bükerek yaşıyorlar bu "romantik" denilen anı?
Yüzlerce sözü kaç kere bir araya getirmek lazım bu "tanımlanamayan"ı tanımlamak için?
Ben birer birer bile olsa -ki eğer varsa oyle bir şey- hiç bakamadım gözlerine senin, sadece gözler de değil yüzeyine dahi gözümü ilistirmedim tenin.
Hep kalp kalbe geldim ben seninle,
hamdım, yandım, piştim elemle,
Ve hiç bir günaha yanaşmadım sayende,
Ne varsa ruhumda, döktüm hayata kalemle
Zira kalbin, hiç kaçmadı uzak sinemle.

1 Ekim 2015 Perşembe

Sebepsiz kapatılan gözler

Saçlarının esintisinde süzülmüş rüzgarların defter sayfalarını araladığı bir gecede
Kağıda akar mürekkeplerim.

Yokluğunun hüzününe kapılmış kuşlar karanlığa karışmış köşede,
Adı bilinmemekte mükelleflerin.

Cürmünün zaiyatına uğramış kulların, sebebi ziyareti tek hece.
Tek faili de meçhuldur kelimelerin.

Şarkıların kararsızlığında yazılmış yazılar, bilmece.
Ve sebebi bulunamaz kapatılan gözlerin.