29 Kasım 2015 Pazar

Güzel, olmaz mı?

Şöyle sahile doğru uzatıp ayaklarımızı, deniz eşliğinde söylenmiş bir kaç şarkıda kaybetmesek mi kendimizi?
Martılara attığımız simitler havada süzülürken ayranlarımızı yudumlasak.
Elini elimin üstüne koysan sonra.
Saçların dalgalansa rüzgarda, bir uğultu esse kulağımda.
Sen yüzünü dönsen bana; kırk yıllık yosun gül koksa, her balık bir yüzük taşısa karnında, midyelerin tamamı inci dolsa dişlerinden, denizin maviliği parlamaya çekinse gözlerinden. Bir konuşsan sonra dalgaların o dinlendirici sesi bile seçilemez olsa sözlerinden, martılar sussa, deniz sussa, motorları kapatsa limana yanaşamamış tüm tekneler, bir tek seni dinlesem güzel olmaz mı?
Güzel olmaz mı bütün lugatim sözlerinden ibaret olsa?
Denizin tüm huzuru, bütün mavilikler gözlerinden ibret alsa olmaz mı, ey güzel?

Güzel olmaz mı biz olsak?
Karanlığa karışıp giz olsak.
En pes noktalarında hayatında, tek notada tiz dolsak.
Söz olsak sonra bir kaç şairin mısrasına.

Güzel olmaz mı?
Olur tabi, işin içinde sen varsın bir kere, nasıl olmasın ki...

Sevgimden

Açıyorsa bir gül daha bahçemde,
Acıyorsa bir gün daha sinem.
Hala harlanan alevler varsa dünyada eğer, hepsi seni sevdiğimdendir.
Sevgim güzelliğinden gelmez, güzelliğin sevgimdendir.

Ağır Tezatlar

Geçenlerde yüzüne rastladım tozlanmış bir romanın son sayfalarında.
Duygulandım biraz.
Ne vakit yüzüne rastlasam hüzün beni anıyor.
Nerde bulursam bulayım en basit kafiyeleri sözüm hep seni arıyor.
Kaç yazara daha ilham olucak senin bu tanımlanamayan yüzün?
Daha kaç kalem eskiteceksin?
Bembeyaz kalan sayfalardan kaçını daha karalar bağlayacak adınla?
Kaç virgülüm daha noktasız kalacak bitiremediğim cümlelerde?
Sahi kaç kilo çeker ki bir sevgi?
Sevdikçe kilo mu alır insan?
Bir kaç parça eksik mi kalır?
Yoksa daha mı bir ağırlaşır taşıyamadığı yüklerin altında?
Peki bu sevgi dedikleri şey sahiden yakıyor mu?
Eğer öyleyse hem yanıp hem de nasıl titrer ki bir insan?
Yürekte yanan bir ateş nasıl olurda buz kestirir vücudu?

Tezatlıklar içinde boğuluyorum zaman zaman.
Bazense tezatlıklar boğuyorum derinlerde.
Benimki de böyle bir çelişki işte n'apcan...

Çocukluğum kokuyor her şey

Giz dolu güzlerin henüz acmamış çiçeklerine saklamışım oyuncaklarımı. Dedemin elli yıllık köstekli saati bozulmuş, bir köşeye fırlatmışım. Karşıdaki boş arsanın çamur lekeleri, yıkanıp sökülmüş kıyafetlerimden. Günlüklerim yani şimdiki dünlüklerim yıpranmış, günlerin, yılların kahpeliğinde. Kaç kişiyi eskittiysem artık düşlerimde, uyuyamıyorum. Zaman zaman da soluyamıyorum yıllardır içimi darlayan oksijeni. Nisan yağmurları altında daha iyi anlıyor insan, yaşlanmanın ıslanmanın eş anlamlısı olduğunu. Sanki her geçen gün hayat nefesimi değil de hevesimi alıyor artık ciğerlerimden. Gelip geçen her yolcu, her "-di li" geçmiş zaman cümlesi hayatımın bir kez daha kaldırıyor mazi defterimin sayfalarının tozunu. Hala geçmemiş geçmişlere takılı kalıyor aklım ara sıra. Ne kadar ilk okul sırası varsa kırık dökük, çoçukluğum kokuyor hala. Akşam ezanını her duyduğumda eve koşasım geliyor.

Neler yaşadıysam anılarımda artık.
Kaç çöl aştım bilinmez, ayakkabımda epey bi zaman kumu...
Ne yazdıysam silinmez, bütün kitaplarımın mutsuz sonu.
Kimler yaşlandırdıysa daha çocuk kalbimi her nisanda, göz kapaklarım yağmur dolu.
Ve yine kim harlandırdıysa beni, sözlerimde bir ton soru.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Ne güzel be burda yaşlanmak

Bir şehir düştü içime
Bir şehir ki hep düşümde
Yine bir ton hüzün var içimde
Seviyorum gibi denizini ama zaman zaman küsüm de.
Her şair gibi ben de dinliyorum İstanbulu ve çekilmiş perdeler gözümde.
Öyle huzurluyum ki sanki tüm atmosfer içimde.
Yağmurları altında yaşlansam da her nefeste.
Ne güzel be bu şehirde yaşamak da ölüm de.

Ne olur İstanbul, İstanbul kalsa biraz

Yine hangi muhim şahıs geçiyor limandan?
Ne bu gemi sesleri?
Yine mi boğazlıyolar be İstanbulu?
Bir durulamadı şu şehir, hep bir dalgalandırıyorsunuz denizini.
Ne olur sanki adam gibi alsanız simidinizi otursanız, üsküdardan kız kulesine bakıp, yağmurda ıslanan çayınızı düşünmeden martıları besleseniz?
Şehri resmeden bir ressama birazcık da olsa yeşil boya kullanma hakkı verseniz ne olur?
Üzerine tonlarca şiir yazılmış, yeri geldiğinde şiir gibi yaşanmış, kim bilir kaç şairin kaç sevdiğine adanmış bu şehrin kafiyelerini bu denli bozmasanız ne olur?
Ne olur bıraksanız da İstanbul, İstanbul olsa biraz?

Değişen tek ben varım

Kalem hala aynı kalem bakma, değişen sözüm.
Gece herkese gece, sadece bazılarına daha bir hüzün.
Sorular hep soruydu, farklı olan çözüm.
Heceler de hiç değişmedi mesela, değişti yüzün.

Nargilem bile aynı senden sonra, değişen tek şey közüm.
Olsa olsa ben değişmişimdir biraz, sahi belki ben közüm.

Onca yangından sonra, köz olmaya bile korkuyor insan.
Onca kaybımdan sonra, söz olmaya yetmiyor lisan.

26 Kasım 2015 Perşembe

Hey Gidi Karadeniz

Kazım Koyuncu'nun dido şarkısı gibiydi, huzur veriyordu ruhuma. Ne vakit duysam sesini bir şeyler yazasım geliyordu ama bir parçanısı bile anlamlandıramıyordum, sanki sanki aynı ezginin farklı dilleri gibiydik.
Bu yüzdendir belki de ayrı bir hayranım karadenize. Her dido deyişinde bir karadenizlinin, hiç yaşamadığımız hatıralar canlanıyor aklımda. Dağlardan gelen keskin bir tulum sesi ile içime doluyor yeşilin bütün havası. Sümeladan yükselen bir "Hey gidi karadeniz" yakarışı tonlarca albüm cdsine bedel oluyor. En az dalgaları kadar hırçın oluyor Karadenizin şarkıları. Bir düşünün mesela, hiç kısık sesle söylenen bir Karadeniz şarkısı duydunuz mu? Duyamazsınız... Dik yamaçlara karşı haykıra haykıra; feleğe, kadere, kedere saydıra saydıra; yeşillikten yankılatılarak söylenir Karadeniz Şarkıları. Hırçınlığın dozajı ne derece yüksekse o derece huzur verir. Ne kadar yürektense sözleri o kadar nufuz eder dalgalanmış yüreklere. Bir başkadır karadeniz, aldığı canları unutturmaya çalışırmışçasına hayat vardır dağlarında.
Yüzmek de yaşamak da cesaret ister burada, kendini sığ sularda açılınca büyük görenlerin bir anda tepe taklak olduğu dengesizlik de, gökyüzünün bulutlarını en mükemmel açı ile düşürdüğü dağların denize uzanışındaki mükemmellik de doğasında vardır karadenizin.
Karadenizde sevmek de cesaret ister mesela. Yine de en güzel karadenizde yaşanır aşk, en iyi karadenizin dağlarına karşı çalınır kemençe, en güzel karadenize susulur, karadenize haykırılır en avaz, karadenize yazılır en uzun. En çok o dinler sıkılmadan.
En güzel karadenizde yaşanır aşk.
En kara deniz odur çünkü, yüreklere en yakın olan odur cünkü.

22 Kasım 2015 Pazar

Bir çeşit empati diyelim

Bir kaç aylık bir bebeğin giz dolu bakışlarından isterdim. Birazcık da sebepsiz gülüşlerinden. Kaşlarım mesela, mükemmel bir eğimde olsun isterdim. Yada insanlar şu gözlerime baktıklarında, muhteşem bir adanın en yüksek yerinden ufka bakıyormuşçasına seyre dalmalarını isterdim. Bir sabah uyandığımda bir masalda yaşıyor olabilme ihtimalimin olabilmesi kadar kusursuz bir yüze sahip olmak isterdim. Benim için ölecek bir kaç kişiden ziyade, sırf benim için her şeyiyle yaşayacak birilerinin olduğunu bilmek isterdim. Sevilmek isterdim sonra, en sebepsiz şeklinde sonuç dolu hayatın. Birilerinin kalbine gömülmek isterdim mesela. Müsvetteler eskitmek, birilerini eksiltmek, her uğultuda esmek isterdim bazı kulaklarda.
Ben, ben bir kaç saatlik de olsa sen olmak isterdim. Seni yaşamak isterdim. Anlamak isterdim düşüncelerini. Hem belki sen de ben olurdun, o gözlerden baktıkça kendine aşık olurdun, kalbin gereksiz artan ritimlerini hisseder kriz felan geçiriyorsun sanardın, bilmediklerini, henüz anlatamadıklarımı veyahut göstermediklerimi öğrenirdin belki.
Bazen böyle sebepsiz keşkelerle geçiyor hayat. Bazense olsun be diyorum. Buna da şükür, Bana da şükür...

21 Kasım 2015 Cumartesi

Yaz kaygımdan ölmek

Dönülmemiş köşelerde saklanan ölümler kadar acı veriyor her şey, dökülmemiş hecelerse ölüm. En siyah gecelerde biten umutlar yerini sızıya bırakıyor. İmkansızlıklarla geçiyor hayat anlayacağın, sevdasızlıktan hayal bile kurulmuyor yada. Her atılamayan çığlıkta satırlara döktüğüm sukunetlerde yankılanıyor kelimeler. Kalemimden kurşun yağdırıyorum kağıda, kağıtsa delik deşik olan kalbime baktıkça gülümsüyor. "Nedir senin bu halin?" diye soracak oluyor bazen, sonra git gide daha bir karalanan her parçası onun bile sukunetine sebep oluyor. Dedim ya ağaçlar bile susuyor zaman zaman. Senden sonra, geçirdiğim her gece daha bir yazılası geliyor artık. Silinmiş her cümlem "yerini kralı gelse dolduramaz." pişmanlığı uyandırıyor. Yazımın ortasına denk geldi diye kaçırdığım metro durakları hiç bir şey eksiltmiyor zamanımdan. Öylesine hoşlaştırmışki boş hayatımı bu "yazmak", artık boş vaktim bile yok insanlarla gezebileceğim, sadece zaman zaman insanlara da zaman ayırabiliyorum. Her seferinde, her seherinde gecenin nereye gider sonu diye düşünmeden çiziyorum üç beş bir şey. Sonra... Sonra işte her yazdığım daha bir anlatıyor beni, kendime bile anlatmaya korktuklarım kağıda dökülüyor, aynı tema ama farklı kılıflarla. Sonra, sonra yüz kere dinlediğim her fon müziğinin yerine yenisini bulmam gerekiyor. Bir zaman sonra da hayat yerine bir temsilini bulmam gerekiyor. Zaman zaman psikolojimi bile sorgulatıyor bana bu yazarlık olayı. Geçenlerde bir ağaca rastladım mesela "kalbinin atması nasıl bir his?" dedi, "ne bileyim be." dedim "onu kalbi hala kendinde olan birine sor ben kaybedeli çok oldu."
Bakın yine saçmaladım bir şeyler. Sırf daha iyi anlatayım diye derdimi bir sonraki yazımda, her sabah böyle saçmalıyorum işte.
Sanki kan kaybında yaşarım da, yaz kaygımdan ölürüm gibi geliyor...

20 Kasım 2015 Cuma

Dar ağacında sevmek

En güzel yazılarını kaleme aldığı masada, kalemi her akşam eline aldığı masada, kafenin en arka sol köşesinde bekliyordu. Bugün ilk defa bir şey bekliyordu belki de. Ellerini nereye koyacağını bile bilmiyordu, yıllarca kalem salladığı, yeri geldiğinde bütün hayatı bir kenara koyup ellerini konuşturduğu bu yerde kılını bile kıpırdatmaya korkuyordu.
Her şey daha farklı olmalıydı oysa ki, deplasmanda olan o değildi çünkü. Derken kapıdan gelen o kısa zamanlı zil sesi ile irkildi. Paltosuna soktu ellerini, inandırıcı olsun diye küçük bir titreme getirdi kendine. Kafede yankılanan ayak seslerine kalbinin ritmiyle eşlik etti sonra "tik, tak". Derken geldi ve oturdu karşısındaki özlem dolu sandalyeye. "Ne yapıcam şimdi? Nasıl başlasam? Onca şiirlik aşkı, kare bir masaya nasıl sığdırayım?" düşünceler kemirirken içini, garson yetişti imdadına: "Ne arzu etmiştiniz?". Garipsedi biraz, belki de ilk defa "-niz" eki nezaket olsun diye kullanılmamıştı cevap vermesi gereken bir soruda. "Biz iki çay alalım" dedi. Acele ile ne istediğini sormayı bile unutmuştu. Sonrasında gitti garson, yine bir ateş sardı vücudunu, kalp kalbe olmak istediği birisiyle baş başa kalmak bile heyecanlandırmıştı onu. Sessizliğinin çığlığı karanlığı yırtıyordu. "Ee" dedi kız, "Niye çağırdın beni buraya?". "Şey" diyebildi sadece, zaten ne diyebilirdi ki başka. "Söyleyecek misin?" diye azarladı onu kız. Derin bir nefes aldı çocuk, tüm atmosferi iki akciğere sığdırmıştı sanki.
"Seviyorum" dedi, sustu. Sağlam bir tokat hissetti yüzünde. Ardından kalbinden dökülen bir kaç damla yaş, kan belki de kim bilir. Sevmekti tek suçu, tonlarca silginin içinde yazmaktı, silenlerin sel olduğu bir masalda sevmekti, sevmekti tek suçu.
Kız kalktı gitti sonra, kafe daha bir loşlaştı, tekleyen kalbi eşlik edemedi kızın ayak seslerine.
Gözünün aşina olduğu boş koltuğa uzun uzun baktı. "Seviyorum" dedi, sustu. Ağaçlar, kuşlar hepsi sustu, yazılmamış ne kadar hikaye varsa, masallarda feryat eden kaç hece varsa, akmış mürekkepler, hepsi, hepsi sustu... Dar ağacında hapşuran bir mahkuma kim ne diyebilirdi ki? Çok da yaşamadı zaten sonrasında.

Sen ben olmuşsun sana benzeme arzumdan

Sen bana yazılmışsın sanki be.
Ya da ben seni yazmaktan, senden başka yazılabilecek bir şey düşünemiyorum hiç bir deftere.
Ruhuma kazılmışsın,
Çayıma katılmışsın sen, hayatımı tatlandırmışsın. Öyle ki sevginden şekeri bırakmışım.
Sen, sana benzeme arzumdan ben olmuşsun.
Bense sensiz kalmışım.
Sen benden alınmışsın,
gerçi hiç verilmemiştin orası ayrı.
Bir parçamı almışsın sen.
Tam da tek bir parça olduğum bir döneminde hayatın, tek parçamı almışsın, beni benden almışsın.
Sen ben olmuşsun her gecenin ayazında, bense sensiz kalmışım.

19 Kasım 2015 Perşembe

"Çok yaşa"

Ne diye yazıyorum ki bu kadar? Dar ağacında hapşuran bir mahkuma kim ne diyebilir ki? Kalbin sadece hapşururken durup durmadığını kim bilebilir ki? Yaşamanın anlamını, ölecek olandan öte kim anlar? Samimi bile olsa bir "çok yaşa" ne denli uzatabilir ki ömrü?
Neyse konu babamın pastalarına gelmeden bırakıyorum soru sormayı...

18 Kasım 2015 Çarşamba

Kimim be ben?

Mahalledeki çocuklardı bir düğün arabasının arkasından koşanlar, yorulan bendim.
Kim ne söylese muhim meseleler hakkında, susturulan hep bendim.
Kanadı kırık bir kuş gök yüzüne bakarken sığındığı evden, hasret bendim, özlem bendim.
Bir kaç gram soğuk demir için açılmış mendil dolu eller üşümekteyken meydanın ortasında, umut bendim.
Kimin üzerine gitse hayat ve yine kim konuşsa hayat üzerine, kim sövse kadere bir kaç masum küfürle, hep benim kulağım çınlar ve yine ben hayata küserim hep.
Yol ortasında bırakılmış ne kadar dostluk varsa, sevgi girmemiş her kalpte, susuz kalan her bir ağaçta acıyan benim, duygu benim, iz de benim yara da, dostluk benim, sevgi benim.

Kimim be ben?
Belki de, yol ortasında bırakılan dost benimdir, susturan benimdir mesela, acıtan, iz bırakan, su vermeyen hiç bir ağaca, kader sövüp sayan benimdir. Belki de ben gidiyorumdur hayatın üstüne. Kim bilir belki de, belki de sevgi girmeyen kalp de benimkidir. Ortalık yere savruşturulmuş tüm duygular benimdir.

Her gece aynı şeyleri farklı hecelerle yazan da benimdir mesela...

17 Kasım 2015 Salı

Ben Farklıyız

Ben, farklıyız.
Ben beklerken, yaşarken, ağlarken, ölürken hep yalnızız.
Yalnızız gülerken ben.
Gitardan bir anda çıkıp da bütün şarkıyı berbat eden o tiz ve adı konulmamış nota yok mu o beniz işte, ne vakit şarkımız çalınsa "la,si,la" dan sonra gelen "sol" sol yanımızı acıtıyor.
O beyazların arasına atılıp da bütün çamaşırları mahveden siyah yok mu? O beniz işte, her şeyi berbat ediyoruz, temiz dahi kalamıyoruz.
Bir yandan da bir çocuğun doğar doğmaz akıttığı göz yaşları kadar temiziz ben.
Kalabalıklar içinde, tek kişilik yalnızlık ordusunun yegane eriyiz.
Yalan söylerken bir kaybolup bir beliren ses kaymalarının frekansıyız.
En ıssız gecede gündüzüz, en yıldızsız gökyüzünde kutup yıldızıyız, en hecesiz şiirde ölcüyüz ben.
Ben her şeyden güçlü, her şeyin en iyisini bilen, ve yine her şeyde en aptal, en beceriksizi her uğraşın, ve aynı zamanda da en çok bilen bilgisiziz.

Ben dünyanın en benciliyiz.
"Ben" eşittir "Biz"iz çünkü hiç yalnız kalmadım ben. Ne vakit "ben" olsam bir ben daha yetişti yanıma. En ezildiğim zamanlarda  egom yetişti yardıma "hani şu üzerine çok konuştuğunuz". Her sevmemde hayat bir parça sabır daha gönderdi bana. Anlamsız gülüşlerimin ardından, mutlu olmam için gelen onlarca sebep hiç yalnız bırakmadı beni. Dökemediğimde mürekkebimi, ne varsa sevgime gelmemiş, hatrıma geldi.
Bak yine döktüm ne varsa biraz saçmaladım belki ama döktüm. Kim bilir yine kim kurcaladı hafızamın fabrika ayarlarını.
Yargılamayın hemen öyle "bin kere söyledim size hüzünlü değilim ben, micazım böyle"

Ve söyleyin şimdi ben olmayalım da kim olsun bencil.

Kafanız karıştı demi? Ben bile anlayamıyorum bazen ne saçmaladığımı.

15 Kasım 2015 Pazar

Aşk dediğin...

Bulunamayan mutluluğu, sarp yamaçlarda aramaktır, güzel günlerin bir kaç takvim yaprağı ileride olduğunu düşünmektir aşk. Hayat boyu bir daha hissedilemeyecek derecede güçlü ve yoğun duyguyu, nefreti, sevgiyi, acıyı hepsini, hepsini aynı anda hissetmek de; duygusuzluğun son demlerini yaşamak da aşktır mesela. En yalnız zamanında iki kişi olabilmektir bazen, bazense kalabalıklar içinde tek olabilmektir, hem yek olabilmektir hem de yok olabilmektir aşk. Yeri geldi mi şöyle sağlam bir kaç göz yaşı eşliğinde geceye dökmektir hüznünü, yeri geldi mi de çığlık çığlığa susmak. Bir tek sözle saltanatlar yıkıp, yine bir tek sözle yüzlerce yıl önce yakılmış romayı bile söndürmektir aşk. Maziyi silmektir, feleğe sövmektir, kapanan göz perdelerinin ardından tek bir sima görmektir, istemeyene de rüyalarda bile görülmemektir, sevmek ama sevilmemektir, yerilip de yerinmemektir, soldukça sarılmaktır aşk. Aşk, var olmamış ve belki de hiç esmeyecek rüzgarlarda uçurtma uçurmaya çalışmaktır. Umut ikliminde açan çiçeklerdir aşk...

13 Kasım 2015 Cuma

Ahmet Ulusoylu Olmak

Ahmet Ulusoy sıralarına yazılmış, Nazire ablanın sinirlene sinirlene sileceği bir yazı...

Neyini sevdim bu okulun bilmiyorum. Hep böyle sebepsizce bağlanıyorum işte her şeye, neyse daha güzel şeylerden bahsedicektik değil mi bu yazıda.
Atlantik.
Nedir bu "Atlantik"? Okyanus ismi? Üç hece sekiz harf?
Ya da belki sadece dağ başında bir okul.
Zaman öylesine hızlı geciyor ki burada, insan dört duvar arasında ne işlediğini, yurt geceleri işleten gizli numaraların sesini, sınav haftaları gevşemiş yurt ortamının stresini, kısacası çoğu şeyi, unutuyor.
Geçen sene sevdiğim bir arkadasimin girişip de okul öğrencilerinden cevap alamadığı bir projenin sorusunu soruyorum kendime zaman zaman.
"Ahmet Ulusoylu olmak nedir?"
Uzun metrajlı filmerle bile zar zor açıklanabilecek bir şeyin kısa filme dönüşmesini beklemekti belki de yaptığı tek hata.
Nedir peki Ahmet Ulusoylu olmak?
Fedakar bir iş adamının nufusuna geçmek olmasa gerek.
Ahmet ulusoylu olmak 3 kilometrelik yolu gece vakti yalnız başına, köpekler eşliğinde tırmanmaktır.
Otostop çekilip de durmayan ne kadar araba varsa arkasından istemsizce küçük küfürler savurmaktır.
Ahmet Ulusoylu olmak kantin sırasında cama yakın bölümden kaynamaya çalışmaktır.
Ulan fantazi değil mi deyip IB okumaktır, pek Akıncı bir hoca tarafından önceden fethedilip SBL'ye gitmektir, okulun erkek lisesi olduğunu bilmeden AL'ye kayıt yaptırmaktır bazense.
Ahmet Ulusoylu olmak kim olursan ol Atlantikte dedikodunun geçtiğini bilmektir.
Bir yere giderken SBL katından korku ve hızlı adımlarla geçmektir.
Törene geç kalınca okulun arkasından dolanmaktır, tezatlıklar içinde boğulmuş sözler işitmektir.
Ahmet Ulusoylu olmak, tarihine sınav koyulmuş MUN'e rapor alıp gitme cesaretini göstermektir.
Sebepsizce alkış başlatıp bundan mutlu olmaktır konferans salonunda.
Koridorda karşı cinsle konuşmanın garipsenmesidir Ahmet Ulusoylu olmak.
Kolay değildir Ahmet Ulusoylu olmak.
Ahmet Ulusoyda donmak öyle herkesin harcı değildir.
Hem gelenedir bu okul hem de gidecek olana o da dönüp dolaşıp ara ara gelir nasılsa.

Ne kadar Ahmet Ulusoylu varsa bu yazıyı okuyan, kolay gelsin.
Sakın eğmeyin başınızı bırakın başınıza bir kaç küçük olay gelsin...

Sevgiler, eski bir Ahmet Ulusoylu

12 Kasım 2015 Perşembe

Açık kalmış pencereler

Pencerem açık kalmış, ne kadar yağmur varsa çiselemeye yüz tutmuş hepsi önce odamda birikmiş. Tüm sevinçleri mahallede top koşturan çocukların, birer toprak toza dönüşüp ilk odamda öksürtmüşler beni. Gidenin arkasından dökülecek tüm sular suratıma suratıma çarpılmış, en çok ben hatırlamışım gidenleri ve yine en çok kalana koymuş ayrılık. Açık kalan pencerelerden sızmış ne kadar cereyan varsa ilk benim yüreğimde cereyan etmiş, başı boş rüzgarların alıp götürdüğü parcalanmaya mahkum düşüncelerim daha da savrulmuş dik yamaç tepelerine doğru. Yolunu kaybetmiş her kuşu buyur etmişim penceremden içeri, bilmeden. Öylesine uğrak bir yer olmuş ki odam, yalnızlığımla dahi baş başa kalamaz olmuşum. Penceremden sızan bu soğukluk her sözümü daha bir korkak çıkar hale getirmiş, ben anlamlar yüklemeye çalışırken 'belki de şans eseri- bir araya gelmiş harflere, her kelimem daha bir titrekleşmiş.
Uzak durun ilişmeyin bana. Yıllardır içinde olduğum bu boşluk, bu varlık içinde kendi kendime var ettiğim yokluk, sesimin zaman zaman bir simanın düşü yüzünden belli belirsiz artıp azalan tonu, uğraşacak bir şey bulamayınca nefsim ile uğraşan iradem veyahut her kalp "atamayışım" her "duramayışım" karşısında hayatın, sırf farklı bakıyor diye bir çift göze bir kaç saniyeden fazla bakamayışım, sızının ilacını Ahmet Kayanın sazında arayışım yıldızlara sözlenmiş her gecede, her yakılan hecede güneşlerde közlenmiş. Hepsi, ne varsa sevgimi aşk eylemiş, sıkıntımı takıntım yaptırmış ne varsa hayatımda hepsi penceremdenmiş.
Öyle işte bir açık pencere nelere kadir oluyor. Kimse için açmayın pencerelerinizi, kapatamıyorsunuz sonra, kimseye açmayın düşüncelerinizi, kendinizi de açmayın. Hiç bir yağmurun kaldırdığı toprağın kokusu mest etmesin sizi. Bir kar tanesi mesela ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar beyaz olursa olsun, eşsiz de olsa dünyada, bırakın olduğu gibi eşsiz kalsın çünkü hiç bir kış, uğruna üşütülmeye değmez. Hiç bir kar, delik deşik etmenize değmez kalbinizi. Uğultulu rüzgarların hiç bir tonu, unutulmaya yüz tutacak hiç bir melodi dinlemeye değmez.
İlla açacaksınız da pencerenizi, hayatındaki en büyük isteği -ateist olmayan- arkadaşlarının defansa gelmeleri olan, yüzündeki top izini toprağın belirsizleştirdiği kısa saçlı kaleciye benden bir selam söyleyin. Bir tek onu özleyeceğim geçmiş sokağımda.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Bir adın kalmalı

Bir adın kalmalı geriye. Kaldırmak için eski defterlerin pusunu zaman zaman, öyle basit bir grafitiyle değil, altın harflerle yazılmış bir adın.
Bir sanın kalmalı hala. "Bir zamanlar" da olmuş olsa sol yanıma yakışmış olduğunu unutturmayacak, hoşçakal dediğimde gerçekten hoşçakalmanı hak ettirecek bir sanın.
Bir kaç parça da anın kalmalı. En yaşanmamışından, en derininden, en serini ve bir o kadar da en yakmış olanından, seninle sen olmadan yaşadıklarım bile olur, hatırlansın arada bir diye yaşanmış acılar ve bir tecrübe daha çıksın diye yanmışlıklardan. bir iki tane de olsa anın.
Bilerek ve istenmeye istenmeye atılmamış olan, o bir kaç adım kalmalı hatırda. Biraz da fedakarlıktan feda edilebilsin diye hayatta, neler uğruna nelerin feda edilebildiğini bir kez daha hatırlamak için, atılmamış bir kaç adım...

6 Kasım 2015 Cuma

İyileşiyordur belkide?

Herkes sever içinde. Ve ne vakit baş başa kalsa nefsi ile insan büyür bu sevgi. Gece mesela tam da böyle vakitlerdendir.
Herkes ağlar, kimi içinden kimi de bastıra bastıra. Aslında herkesin içi kurumuştur biraz.
Herkesin acısı en derin kendinedir ve kimse kimsenin ne hissettiğini anlayamaz.
Herkes biraz küflenmis sevda taşır yüreğinde, sadece bazılarının -benim gibi mesela- saklama kapları bir milyonculardan alınmışçasına adidir.
Kimi insanlar dışlarına vuramazlar acılarını, içlerinde tuttukça da o sevda içlerine içlerine vurur o kimi insanların.
Acıyı paylaşmanın bir yolunu bulanlar da benim gibi tadını kaçırıp saçmalıyolar işte. Dışa vurabildikleri acılarını bir hırsla duvarlara duvarlara vuruyor ve acıları ile birlikte ellerini de paramparça ediyorlar. Ne kadar sert kapatıldıysa bir kapı yüzlerine o denli açıyorlar kendilerini boş ve nüshası olmayan kağıtlara. Ne denli hissetmişlerse kelimeleri yüzlerinde, o demde döküyorlar heceleri sözlerine.

Öyle işte böyle böyle geri kapanıyor bazıları da.  Ve saçma sapan yerlerde saçma espiriler yaparak, mutlu olmaya çalışıyorlar
(Misal)
Şaç malanmaz, yazılır.

1 Kasım 2015 Pazar

Şşşh

Yazamadıklarım kadar hüzünlüyüm işte, okuduğunuz ne varsa hakkımda yazdığım hepsi bana başlayan bir önsöz. Çizemediklerimin çizdiği bir resime benziyor yüzüm ve ne vakit biri birşey çizse hakkımda anlamsız kalıyor sözüm. Soramadıklarımdan işlenmiş bir kilim gibi ortalık yere seriliveriyor bazı geceler közüm. Kimse basamıyor üstüne ilişmemek lazım diyorlar, aman yanmayalım korkusu ile kaçıyorlar. Kaçsınlar da zaten benim suskunluğum bana yetiyor, bir de onlara sus demeyim.

Off. Ne yazıcaktım be bu yazıda? Yine ne saçmalıycaktım ben? Neler sorucaktım? Kimi çizip kimi karalıycaktım? Hangi birini övücektim?
Unuttum...
En güzeli sessizlik belki de.
Hadi bu kasım gecesi birlikte susalım.
Ve bir düğüm daha atalım kilimlerimize.
Şşşhh...
Bu gece de böyle olsun mazur görün.
Yada, görmemezlikten gelin...