31 Aralık 2015 Perşembe

Yıllanmış takvimler, tadını kaçırıyor hayatın.
Yine de mutlu yıllar sevgili okur...

28 Aralık 2015 Pazartesi

Sevda dost dinlemez

Sevda dost dinlemez.
Uzundur onun hikayesi,
Zaten oturup da hiç bir dost dinlemez.
Ne sevda dinler dost,
Ne de bir dost sevda.
Olsa olsa dikenli cennet bahçelerinde içilen,
Yalancı sulara anlatılır sevda.

Sevda, nedir pek bilinmez.
Bir gariptir izahı,
Zaten hiç bir şeye de benzemez.
Ne sevda benzer bir şeye,
Ne de benzetmelerle anlatılabilir bir sevda.
Hem dedim ya olsa olsa dikenli cennet bahçelerinde içilen,
Yalancı sulara benzetilir sevda.

Kim ne vakit bulur?
Neden arar?
Kime sorar?
Hiç bir şeyi bilinmez,
Hiç bir yerde konuşulmaz sevda.
Ve evet, olsa olsa dikenli cennet bahçelerinde içilen,
Yalancı sularda geçer bahsi biraz...

27 Aralık 2015 Pazar

İyi ama Neden?

Neden her insan sevmek zorunda?
Ne diye susamıyor konuşma yeteneği bahşedilmiş hiç bir insan?
İki kalbin ışığı neden aynı anda aydınlatamaz aynı dağın gölgesini?
Şu ışık saçan lambalar seher vakitleri neden loşlaşır?
Loş odalarda tükenmiş hayatlar nasıl her gün boşlaşır?

Niye her gün tükenir insan,
Yaşanmamış her duygu acı verir insana,
Yaşanmış en mutlak duygu da acıdır,
Acıyı yaşayan her insan alır eline kalemi birden, "çok" şair olur,
Bir cinayettir sevmek ve bir kalbe birden çok fail olur,
Niye?

Neden solar güller,
Güneş her daim nasıl yanar?
Bir müzik parçası nasıl taşır kelimeleri ait olduklari yerlere?
Neden en güzel paragraflarda biraz da olsa şarkı tadı vardır?

Neden bu kadar soru soruyorum ki ben?
Her şey belli değil mi zaten?
Güneş doğudan doğar,
Güllerse kırmızıdır.
Loş odalar ne bir ışık ister ne de karanlık için bir şık.
Her insan konuşur,
Herkes sever biraz,
Herkes tadar acıyı,
Aslında herkes faildir biraz,
Her fail, şairdir biraz.
Tükenen hayatlarsa, sadece tükenir, o kadar.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Eşsiz kar taneleri


Ankarayı sarmış kır ağlarına, kırağı düştü bugün.
Üzerine beyazlık gelmiş ne varsa,
bir çiçek, bir ağaç hatta bir ot mu neyse artık onlar,
hepsi yırtıyor karları,
hepsi biraz biraz eritip deliyor.
Dondurucu rüzgarın savurganlığı bir kaç ağaç yaprağı sallıyor.
Yere düşen buzlara eşlik ediyor gözlerim.
ortalık sessiz....
İnsanlar yine, doğanın bize verdiği en doğal gazla ısınmaya çalışıyor evlerinde.
Benimse ellerim, bir çift kumaş cebin garantisi altında, avare avare dolaşıyorum düşmeyen karlar ortasında.
Ben çok sevmem aslında öyle kışı felan.
Hiç biri birbirine benzemeyen kar taneleri bir gün aynı düşerse diye korkarım.
Kar altında kalan her çiçekte hüzünlenirim biraz.
Hem neden bu kadar alıştı ki insanoğlu bu beyazlıklara.
Bulutlar arasından, yüzlerce metre yüksekten düşen bir desen abidesi nasıl bu kadar sıradanlaştı.
Oysa ben hep korkmuşumdur kar tanelerinden.
Bulutların bu eşsiz çocuğunu her görüşümde kalbim titrer,
ruhum titrer,
bacaklarım, kollarım, tüm vucudum,
titrer.
Hem içimi soğutur hem de dışımı kar taneleri.
İçim dışım titrer.
Bir zaman sonra, soğuyan kalbimle insanlardan soğurum,
Her kış, biraz daha yazarım vakitsiz gelen kısa süreli inzivalarımda.
Her kış değişir müzik listem.
Büsbütün kasvete bürünür soğuktan donan parmaklarım.
Düşen her kar tanesinde gözlerim de düşer yere.
Her sözüm daha bir soğuk çıkar ağzımdan.
erken donan mürekkebim, daha bir yansıtır beni, geriye dönüp değiştiremediğimden.
Her kış, hüzün verir bana.
Düşen her kar tanesi, seni hatırlatır...

25 Aralık 2015 Cuma

Bir Nefes Mola


Tren camının serinliğine koymuşum kafamı.
Trenin lokomotifinden çıkan duman buğ yapıyor manzarama.
Yanaklarım, biraz soğuktan, birazcık da tırtıklı raylardan olsa gerek, titriyor.

Yarı uykulu halimle açık tuttuğum gözlerim,
sıfatlarını hep "açık" tuttuğum sözlerim,
ve henüz açamadığım, tütün üstü közlerim,
ucu açık kelimelerim, kalemim,
yani, hüzünlerim ve ben sizin anlayacağınız,
gidiyoruz.
Varmak için değil ama,
yola çıkmış olmak için gidiyoruz.
Sırf dönebilmek için, gidiyoruz.
Hem dönmek için gitmek gerekir.
Kalmak için deli olmak.
Silmek için başlamak gerekir.
Yazmak içinse dolu olmak,
Oysa gitmek için raylara emanet,
hiç bir şey lazım değil.

20 Aralık 2015 Pazar

Kim bilir? Kimse...

Kim bilir asfaltına ayak basılmamış kaç yol var önümüzde.
Kim bilir kaç dönüş, kaç keskin viraj, kaç uçurum kenarı bekliyor zamanın kumları arasında.
Ve kaç rüzgar esecek aralamak için o kumları.
Kim bilir kaç hece saklıyorsun henüz okunmamış beyaz sayfalarında.
Kaç silginin izi, kaç sevdanın gizi duruyor satır aralarına sıkışmıs.
Yazılamayanların bir ettiği duygu dolu paragrafların, kim bilir ne kadar daha küskün kalacak okunmaya.
Kaç kaldırım taşı hasret ayakkabının tozuna,
Kaç saat kaldı bir sonraki gülümsemene,
Kaç sayfada daha bir araya gelecek senin bu adın,
Yahut ne vakit bitecek yadın kim bilir.

Kim bilir?
Kimse bilmez.
Ben de bilmem, sen de.
Kimin neye neyin kime değdiğini, hangi kalbin kime niye değdiğini, bir sevda safsatasının nelere deyeceğini,
Kimse bilmez.

Ben bilerim diyen de kimse artık, bir bilgin bir meczup yahut fuzuli bir mecnun mu kimse artık o,
o kimse de bilmez.
Şu saatten sonra kimse bilmez.

İlham almıyor değilim zaman zaman

Haykırasım geliyor dağlardan.
Dik yamaçlardan yankısı olmayan çığlıklar yollamak istiyorum doğanın yeşil kokulu sinesine.
Mantıksız mantıksız konuşmak istiyorum iki aylık bir bebeğin karşısına oturup.
O "agu" dese, ben de bir şeyler saçmalasam diyorum.
En fazla bir kaç ögeden oluşabilen yetersiz cümlelere sıkıştırmadan derdimi, çıktınca avazım bağırmak istiyorum.

Hapsoluyorum kelimelere zaman zaman.
Kağıdın başına oturduğum bazı gecelerde satırlar parmaklık oluyor kalemlere
Bazılarında ise parmaklar satırlanmışçasına durgun ve kesik.
Yani sizin anlayacağınız;
Bazen oturup da iki kelime yazamıyor insan
Bazense iki kelam etmeye yetmiyor şu lisan.
Yetse bile her yazım, sessizliğinde kalıyor kelimelerin.
Her yazım bir kış sessizliğinde oluyor,
Her yazım, kışlarımı özletiyor.
Baharları gözletiyor her yazım.

Bir zaman sonra,
"İşte! bu benim yazım." diyebileceğim mevsimler ve şiirler gerekiyor bana.
Satırlarca yazım var ama bir tanesi  haykırılmaz ovaya dağa.

Şu ilham denen muazzam şey de olmasa ne olurdu harflerin hali.
Hiç bir şey fısıldamasa şu çiçekler, nasıl yazardı şairler bir hali.

Hem,
Arada sırada ben de yanlış cümleler kurmuyor değilim.
Kuralsız gecelerde cümlelere sığmıyor değilim.
Boğulmuyor değilim tezatlıklarda.
Şşhh kimselere söylemeyin ama;
Zaman zaman "al" çiçeklerden, bir şeyler duymuyor değilim

19 Aralık 2015 Cumartesi

Devrilmiş bir yazı

Matem dolu yüzünde bir tebessüm,
hasret dolduruyor ciğerlerime.
Devrilen umutları takiben
Bir devriklik vuruyor cümlelerime.
Bilmediğimden hiç bir sıralamasını hayatın
Bir türlü koyamam yüklemlerimi yerine.

Yerli yerinde, tek düze yaşamadığımdan belki de,
Her şeyi yerinde, tek dize şiirler yazamıyorum.
Çok sulandırdığımdan hayatı,
En pastelinden, mutlu tablolar çizemiyorum.

Sahi, mutluluğun resmini çiz deseler bana, bir yüz çizerdim, yarısı dolu bir çay bardağı, bir de mekan kafenin o -ara ara çalan- hiç bir şey anlamadığım müziklerinden.
Ne?
Müzik çizilemez mi?
Ee o zaman hiç uğraşmayacaksınız kardeşim çizmeye, müziksiz mutluluk tablosu olmaz.

Her neyse ne diyorduk, çaylar ve yüzler.
Yüzlerce değil ama tek bir yüz.
Böyle loş bir sarkma lambanın ışığının vurduğu bir yüz.
Seçemediğim ama bana seçenek bırakmayacak kadar parlak bir yüz.
Sonra?..
Sonrası mutluluk işte.
En "elde edilemeyecek derecede güzel olanından" hem de.
En yazılamayacak, en yaşanamayacak olanından.

Söyle bana ey ........!
Şu öznesiz kalan yüklemler, kaç anlam taşır hecelerinde.
Kararsızlık hali mesela, kaç kişiyi hapseder gecelerinde.
Bitiremediğim her cümlenin sonuna adını koymak isterken delicesine.
Öznesizlik, sanki sıradanmışçasına, nasıl işler dizelerime?

Ne vakit düşer biriken umutlar, bisiklet selelerinden?
Kaç çiçek daha küsecek bahara bu vakitsiz seherlerimden?
Kaç kez daha atacak zincir, çevirmemem için pedalı.
Kim bilir kaç, "kaç"lı soru daha gelecek, anlamam için soramadığım soruları.
Kim bilir kaç,
Kim bilir? kaç!..

17 Aralık 2015 Perşembe

İlk üç durakta epey soğuk metro

Ayazı çıktığı kadar bağırıyor suratıma rüzgar.
En az insanları kadar soğudu başkent.
Düşen her kar tanesi ölümü hatırlatıyor bana.
Uçuşan atkımı hissedemeyecek kadar don yüzüm,
Ayazı çıktığı kadar bağırıyor suratıma rüzgar.

Manavların önünden her geçişimde karpuzu özlüyorum.
Kar delen her çiçekte seni.
Yazları hasretini çektiğim portakal, değersiz artık.
Ne gelip ve geçmişse hayatımdan,
Ve neler "geçmiş olmuş"sa bana,
Ben bir onları düşlüyorum.
Ne vakit geçsem bir manavın önünden, karpuzu özlüyorum.

İlk üç durakta çok soğuk metro.
Hoş ısınırım birazdan, uzun daha yolum.
Raylar misali yanaşıyorsun akıl duraklarıma.
Yanaşmadığın zamanlarda ise,
duraksayan aklım yine seni hatırlatıyor bana.
Senin bu soğuk tavırların titretmiyor içimi artık,
Zaten sadece ilk üç durakta çok soğuk metro...

16 Aralık 2015 Çarşamba

Senden sonra "sen"

Üşüyorsan yakayım yüreğimi diyeceğim ama,
Bir aşkın kuru alevi ile ısınamayacak kadar kansızsın sen.
Rüzgarın titretmeye korktuğu dalgalı saçların.
Artık yağmurda ıslanamayacak kadar hissiz.

Çıkarıp assam ceketimi omzuna,
Dönüp bir kez gülmezsin.
Ben bir sadaka dilerim senden,
Sense tebessüm ne bilmezsin.

Sen gittikten sonra daha bir anladım seni.
Gittin dediysem yanlış anlama, zaten hiç gelmemiştin.
Aklımdan çıktın biraz ve biraz da sen unuttun beni.
Hoş hiç bir bahar vakti, zaten aklına da gelmemiştim.

Pişmanlık değil senden sonra yaşadıklarım.
Zaman zaman çocukluğuma kızıyorum biraz.
Hem sen gidince daha bir aydınlandı yazılarım.
Sen çıktın aradan daha bir yaklaştım kağıda,
Artık, zamanında yazamadıklarıma şaşıyorum biraz biraz.

Senden sonra ben çok değiştim ama gören yine tanır beni. Tek fark kimi şair müsvettesi der, kimi çocuk, kimi ise yazar. Kör topal bir adım kalır yine de her hayatta.
Yahut, onlar Tarık der bana, bense ne istersem onu anlarım.

Senden sonra "sen" ise tanınmaz haldesin. Diyeceksin ki neden "benden sonra sen" demedin. Ne bileyim, paşa gönlüm böyle istedi. Hem bir sevdanın zehri karşısında kim oluyorum ki ben?

15 Aralık 2015 Salı

Bir gecenin çöküşü

Gece çökecekti dağların yamaçlarına.
Ay yüzüne karaladığım her şiirde mehtabı eledim.
Bir kaç kelime buldum yüzünü tasvire.
Döndüm kalbime, her bakışta bir kaç Leyla eledim.

Çöl rüzgarları esti yamacımda
Yalnızlıktan, yoldan geçen abdalları eyledim.
Kağıda her dokunuşumda yaktı elimi.
Kalemi, elemi sen belledim.
Bir parça mürekkebe minnet eyledim.

Gece çöküyordu yamaçlara
Ay, yüzünü çekiyordu, hüzünü çekiyordu denizin kabarmaya hazır maviliğinden.
Sonra döktüm içimi kabardı denizler.
Bir zaman sonra gördüğüm her maviye adımla seslendim.
Bir şiir yazdim adına, mısraları heyheyledim.

Demlenmek istedim biraz gecenin kaynarlığında.
Oturdum yakamoza karşı iki bardak çay demledim.
Çayım demlendi, ben demlendim.
Ve ben bir şiir daha yazdım adına,
Kabaran denize inat.
Sana benzemeye çalışan kaç güzelliği varsa tabiatın,
Hepsini, hepsini bir ettim satırlarda.

Baktım çöktü çökecek gece.
Adını tasvir ettim batmış güneşler çaresizliğinde.
Ah benim hiç doğmayacak günlere yüklediğim "neler doğar?" umutlarım,
Hiç solmayacak gülleri sulama aşinalığım.
Ah, zaten sönmeyecek bir alevi alabildiğine körüklendirmelerim.
Ah benim şiirlerim ve her şiirime koyduğum adın.
Ah bu ben, yine tasvir ettim yüzünü...

Ve gariptir, gece hala çökmekteydi dağın yamaçlarına...

14 Aralık 2015 Pazartesi

Ey Gül

Sen tek gecede açan.
Sen tek heceli, ama sayfalara sığdırılamayacak kadar güzel;
Ve yine tek heceli sözcüklere -aşk gibi mesela- tercüman olan sen.
Sen son sayfası yırtılmış romanların en ön sözü,
En gizli gözü açılmayan sandıkların.
Gizemli kalmış tüm olayların aslı, özü.
Sen ki hiç yanmayan, aynı zamanda da her ateşin közü.
Dikenine en çok katlanılan, sen.
Sen ki Mecnunlar titretmiş, Leylalar eskitmiş,
Eski not defterlerinin arasında eksiltilmiş dallarıyla duran sen.
Kan kırmızısı renginle, ne kanlar çekmiş, ne canlar almış, ne cananlar vermiş sen.
Sen ki şiirlerde beyit beyit, göz yaşında damla damla, kitaplarda satır satır anlatılmış GÜL.
Sen ki bir peygambere, bir duyguya en çok yakıştırılmış çiçektin.

Ne oldu sana?

Yaprakların, dalın hepsi solmuş gibi.
Alışamamış çöle ruhun, kanla dolmuş gibi.
Haykıramadıkların, diken olmuş,
Geçen her kuş aşkı senden sormuş gibi.
Belki de gerek yok artık sana.
Mecnun Leylasını sanki bulmuş gibi.
Yahut en çok sen lazımsın.
Buldum sanan abdal kayıp olmuş gibi.
Hiç olmasaydın ya sen?
Çöller Mecnunların kaybı olmuş gibi.

13 Aralık 2015 Pazar

Berceste

Solan güllere anlatsam derdimi.
Yahut henüz solmayanları soldursam derdimle.
Yine demlesem çayımı mehtapa karşı.
Çayım demlense...
Gökyüzü, çimenler demlense...
Biraz da ben demlensem...
Efkarımı tasvire bir kaç Şinasi birden çağırsam sonra.
Dizelerde kaybolan kafiyelere kurban versem sözlerimi.
Her mısramdan biraz daha eksilse yüzün.
Her hecemde daha bir derinleşse hüzün.
Sonra sen olsan yanımda.
Aynı mürekkebe daldırsak kalemlerimizi.

Sahi birlikte şiir yazsak ya seninle.
Son hecesi benzeyen her kelimeye,
Kafiye desek.
Bir deste şiirimiz olsa da,
Biz hepsine berceste desek.

Beraber demlensek sonra.
Demlikler eskitsek.
Ay vursa yüzüne.

Sonra...
Sonra kalkıp gitsen sen.
Tek söz etmeden, tek düze hayatlarımıza dönsek,
hazır giz dolmadan tek dize şiirlerimize dönsek.
Hem mehtap zamanı dağ gölgesi mi olurmuş...

8 Aralık 2015 Salı

Islansın İsterdim

Kaç dil varsa dünya üzerinde konuşulan,
Hepsiyle ayrı ayrı zikretmek isterdim adını.
Yüzüne bakmak isterdim numaralı, numarasız her gözlükten.
Her sözlükte aramak isterdim anlam veremediğim derin bakışlarını.
Göz yaşlarınla her türlü körlüğe çare bulmak.
Her közlükte biraz daha alevlenmek isterdim.
Islansın isterdim saçlarım, nisan yağmurlarının sakinliği altında.

Kadıköyden binip vapura,
Martıların nimetine aracı olmak isterdim.
Kılamadığım tüm namazlarımın kazasını,
Eyüp'de kılmak isterdim.
Üsküdardan kız kulesini seyre dalıp, simanı düşlemek isterdim.
Islansın isterdim saçlarım nisan yağmurlarının sakinliği altında.

Bakamadığım gözlerinin içi gülsün.
Tüm dikenli bahçelerin, içi gül dolsun isterdim.
Koymaya korktuğum noktalar, sonu gelmeyen tekrarlarla virgül olsun isterdim.
Ben,
Ben bir tebessümünün müsebbibi olmak isterdim.

Her sofranda sayrem,
Her çayında bir dem,
Her nisanda diden olmak isterdim.
Ve, ıslansın isterdim saçlarım, nisan yağmurlarının sakinliği altında.

7 Aralık 2015 Pazartesi

Leylasız Mecnun Olmaz

Leyla, öyle sıradan bir kız değildir.
Sevdiğiniz bedenlerin adını Leyla koyup, mecnun değil bir meczup olup, haramdan buz kesmiş ellerinizle, yandığınızı ancak, iddia edersiniz.
Bir ömürlük bir nefesi, bir anlık heves eyler heba edersiniz.

"İşte! ben bu kızın gözlerine saatlerce bakabilirim" deyip aşık olduğunuzu sanıyorsunuz.
Oysa Leyla dediğinle gelinmez gözgöze.
Söz söze olunur orası ayrı.
Aynı kadehten şarap içilmez onunla.
Olsa olsa aynı secdeye koyarsınız başınızı, dudak payınız aynı bırakılır belki bir bardak çayda.
Misal, saçları okşanmaz onun.
Rüzgarda dalgalandığı görülse kafidir.
Aynı martıya simit atarsınız belki başka bankların şahitliğinde.
İki yakası bir araya gelmeyen istanbulun o iki ayrı yakasından el sallarsınız göremediğiniz yüzlere.
İki farklı kıtadan gülümsersiniz birbirinize.
Yahut iki farklı kıtada aynı kafiye olursunuz olsa olsa.
Senin gündüz vakti boğazda beslediğin bir balık, akşam vakti sofrasına düşer onun.

Çünkü iki ömrün hesabını, yalnız verebilmektir mecnun olmak.
Yeri geldi mi yek olmaktır, yeri geldi mi de yok olmaktır mecnun olmak.
Mecnun olmak Leyla amacını araç edinebilmektir.
Mecnun olmak, Leyla gibi Leylaya sevdalanabilmektir.
Mecnun olmak, göremediğin ilhama "nimet" diyebilmektir.

Leylasız mecnun olmaz, Mevlasızsa ancak meczup olunur...

6 Aralık 2015 Pazar

Basit insanlar, basit duygular

Aşk, bir takıntıdır ötesi değil.
Aşk biraz, yalnızlık gibidir aslında öyle iki kişi ile yaşanmaz.
Neye aşık olursanız olun hepsini unutursunuz bir gün. Unutmak aslında, insan oğluna verilmiş en büyük nimettir, umutlanmaksa en büyük zaaf.
Aşk, yeri doldurulamamış sevgiyi başka yerlerde aramak gibidir.
Sadece "aramaktır" ama.
Aşk asla sonsuza dek sürmez. Ancak üç şekilde sonuçlanır bu hikaye; ya mecnun toprak olur ya leyla, yahut kavuşurlar.
Sonra...
Sonra biter.
Sonra sevgi başlar.
Olsa olsa sevgi sürer sonsuza dek.

"Baki" ye olmayan hiç bir aşk baki değildir zaten.
Yazılıp çizilmemiş, çöllerde gezdirilmemiş aşk, aşk değildir zaten.

Bir kaç günlük hevesleri -sırf adı havalı yahut söylemesi kolay tek hece diye- aşkla eşleştirmiş çağımızın nefis kurbanları.
Nefis işini aşk yapmak, bağdaştırmak çok kolaydır aslında.
Tutku, ya da ne bileyim bir takıntı nefsin işidir çünkü.
Oysa insan sevdiğinin saçlarını okşamak istemez aşıksa, "rüzgarda dalgalandığını görsem kafi" der.

Bazılarının aşkı da bir anlık gönül kaymasıdır.
Karın altında saklanmış çiçeklere sevdalanmayı marifet bilir bazıları da.
Karlar eridiğinde, korlar söndüğünde farkına varır insan ne kadar basit şeylere ne denli çelişik duygular yüklediğinin.

Uzun lafın kısası dostlarım, insanlar basitleşmez sadece bazıları daha bir ustadır gizlenmekte, ama her fondatenin bile bir ömrü vardır tabi. Bazıları da doğuştan sağlam yaratılmıştır zaten onları en bileşik kesirlerle çarpın yine de basitleşmezler.

Duygular da basitleşmez aslında. Basit hevesler uğruna adı kirletilir bazılarının o kadar. Tutkuya aşk denir, hevese ise ömürlük sevda. Her bedene bir kefen uydurulur.
Basit insanların, basit duyguları hep basittir, kulak asmayın siz onlara. Kendi karmaşanız da, en karmaşık bildiğiniz duyguları, en sağlam halinde yaşayın.

Ne duygu basitleşir ne de insan.
Basit insanların yaşadığı basit duygular vardır sadece...

5 Aralık 2015 Cumartesi

Seni sevmek demek

Seni anmak demek, bir teleskopla bilmem kaç milyon yılda bir geçen bir kuyruklu yıldızı seyre dalmak demektir.
Seni anmak karanlığı yırtmaktır.
Aynı zamanda da ışıklara küsmektir seni anmak.
Seni anmak, türkü tadında yaşamaktır
Seni anlamak, çözülememiş ne kadar sırrı varsa tabiatın, bulunamamış ne kadar güzelliği varsa dünyanın, hepsine vakıf olmaktır.
Akıldaki tüm soru işaretlerinin üzerindeki kancayı yok etmektir seni anlamak.
Seni sevmek, akıldaki diğer bütün kadın isimlerini kılıçtan geçirmektir.
Koşarken kesilen nefeste bile güzelliğini akla getirmektir seni sevmek.
Denizin maviliğine karşı oturup, "gözlerin" diye haykırmaktır seni sevmek.
Sensizken sen olabilmek, hükümsüz bir sevgiye sav olmaktır.
Seni yaşamak, aşka gelmektir.
Her gecenin sabahında; her kışın, yazın baharında; her hecenin aruzunda, arzusunda; her sobanın sıcağında simanı düşlemektir seni yaşamak.
Seninle yaşlanmaksa düşlenemeyecek kadar güzel bir şey olsa gerek.
Hem yoksa neden uykusuz kalayım ki her gece...

Sen ister inan ister sus

Sen uyurken saatlerce izledim seni yanı başında, rüyalarından bile daha yakındım sana.
Her nefes verişini yakaladım atmosferden, şifa niyetine soludum karbondioksitini.
Her "off" çekip suratını astığında sen, gözlerinin önünde çocuklaştım, yüzünde oluşmasını istediğim küçük bir tebessüm için. Sahi ne güzel şey gülüşüne sebep olabilmek.
Her gece eve doğru yürüdüğün tozlu kaldırımlar öksürtmesin diye seni, akşamdan su tuttum gri kentin tüm griliklerine.
Yoluna çıkabilecek kaç su birikintisi varsa, gece gece dağıttım sokaklara.
Evden acele ile çıktığın sabahlarda, üşürsün belki diye, çocukken beni kovalamış ne kadar kaz varsa hepsinin tüylerini yolup iliştirdim montunun dikişlerinden.
Ben, sen bilmesen de her sabah araba ile aldım bıraktım seni okuluna.
Sana laf atan yahut tenezzül eden kaç serseri varsa sokağında hepsinden bir kaç iz duruyordur bir kez olsun bakmadığın yüzümde.
Masanın hiç bakmadığın gözünde duran çiçekleri koklamasan da, içini hiç açmadığın kalemine gizlenmiş bir kaç parça notu görmesen de, test kitaplarının hep aynı sayfalarına attığım yıldızlarından olmasa da haberin. Yapmamıştır dediğin her şeyi yaptım.
Gecenin bir vakti, sırf rüyama giren bir cümle yüzünden uykumdan kalkıp satırlar dolusu şiir yazmaya başladım.
Şimdi sen ister inan bütün bunlara istersen de aklına mantığına yatmasın tüm bunlar. Sana değil, sevgine harcanmış onca zamana istersen değer ver istersen de yalan de.

İsteme de zaten be...
Ben seni sensizken sevdim kalbim tekledi; bir de sen karışsan şimdi mevzuya, halimiz duman...

Sebepsiz...

Bazen, "bu ne aşk acısıdır kardeşim bir bitmedi" gibi tepkiler alıyorum arkadaşlarımdan.
Acı çektiğim felan yok aslında. Birileri görsün okusun diye de yazmıyorum hiç bir yazımı. "Yazmak" denen asil eylemi gerçekleştirmek için elime aldığımda kalemi bazen hiç bir şey gelmiyor aklıma, ben de birilerinden bahsediyorum size.
Yazdıkça aşık olursun diyor bazıları da. Oysa yazdıkça aşk bulaşmaz parmaklara, olsa olsa biraz mürekkep damlar, o da silmek isteyene geçer zaten.

4 Aralık 2015 Cuma

Aşk bazen bir imtihandır

Öyle bir yıktın ki içimi, iç mimarın kralı gelse toparlayamaz dağınıklığımı.
Öyle alevlendi ki bıraktığın yangın, şimdi ne vakit yürüsem yangın alarmlarının altında, sırılsıklam oluyorum. Hiç bir itfaiye hortumu mesela kalbime gidecek kadar uzun ve kırmızı olmuyor.
Kalbim öylesine paramparça olmuş ki üzerinden araba lastiği geçse onu bile patlatır.

Hiç bir hukuk işlemiyor aşka, yazılan hiç bir kanun söz edemiyor sevgiden. Her şeye bir çözümü olan her suçluya bir kefen uyduran maddeler, kalbin katilleri karşısında sukun duruyor. Hiç bir mahkeme tutanağında geçmiyor adları.
Kalbin bu gereksiz ve düzensiz artıp azalan ritimlerini işleyemiyorlar tıp laboratuvarlarında ders niyetine.
Beynin işletmesi gereken bir vücudun kalbe bağlanması olayı hiç bir işletmeciye mantıklı gelmiyor.
Sırf bir yüz görüldü diye zamanın yavaşlaması Einstein'ın kemiklerini sızlatıyor ve hiç bir fizikci hesaplayamıyor bir gözün çekim kuvvetinin kaç newton olduğunu.
Aşk olsa olsa bir ritim yahut bir müzik oluyor konservatuarda, bazense tüm güzel enstrümanların sessizliği tanımlıyor bu hissi.
Vücudun sol yanı ağır basıyor geceleri, hiç bir "Eşit Ağırlık" izah edemiyor bu durumu.
Sözellikle yaz yaz bitmiyor aşk.
Sayısal hiç bir veri verilemiyor bu duygunun tesirine.
Hiç bir Dil, dünya üzerinde konuşulan hiç bir lisan yetmiyor anlatmaya...

Kelime barajı

Bir baraj var parmak uçlarıma kurulmuş. Yazmaya başlasam sel olup akıcam kağıtlara. Ah ulan ne zor şeymiş ilk cümleleri yazmak. İlham geldi gelmesine ama uğruna yazacak bir şey bulamıyorum. Aklımda bulutlanan binlerce cümleyi hangi konu üzerine yağdırsam diye düşünüp duruyorum. Kağıtlar açmış şemsiyesini bekliyor.
Neden bilmiyorum bir durgunum bugün.
Senden mi bahsetsem yine?
Yok be ben bile sıkıldım artık.
Acısı hiç değişmezken aşkın, bu kadar farklı yazıya aynı düşünceleri nasıl sığdırdıma şaşırıyorum bazen.
Neyse, ne diyorduk?
Hah parmağımdaki barajlar.
Gecenin karanlığı bütün aydınlığını veriyor ellerime ama işte aciz kalıyorum ışık saçmakta. Bir set var parmaklarımda. Keşke dilediğimde kapağını açabilsem şu parmaklarımın, varsın bir kaç hane, bir kaç köy yahut bir kaç yürek sular altında kalsın. Bir gece de küçük damlalar halinde değil de sel olup düşsem yüreklere keşke.
Nedir bu bendeki taşamamazlık? Yeterince dolmamamdan mı? Belki de su verecek bitki kalmamıştır çayırlarda? Yahut her gece koklamaya çekindiğim şu menekşelerin aslında kokmadıklarını öğrendiğimden, sırf manzara olsun diye suyumu harcamak manasız gelmeye başlamıştır.
Belki de şu hediye ettiğin kalem lanetlemiştir parmaklarımı. Sahi o kalemle yazdıklarım, benim kalemimden mi çıkmış oluyor senin kaleminden mi? Gerçi ne zaman bir şey çıktı ki senin kaleminden? Yazarlıktan bahsetmek dışında ne katkın oldu senin yazmaya? Çok sevdiğim bir filmin bir repliğinden anladığım kadarıyla, beni seçmediğine göre şiirden anladığında yok zaten. Sahi film demişken, hadi uyuyalım artık. Belki rüyamızda bir kelebek görürüz, belki de bir kelebek bizi görür rüyasında...

3 Aralık 2015 Perşembe

Geçememiş kişilikler

Eski hallerini özlediğim insanlar var, eski hayallerimi özlediğim gecelerde.
Çocukça hallerim hala düşmüyor hatrımdan, büyüdükçe daha bir yaşımın adamı oluyorum.  Bazen, "eskiden daha yaşanılasıydı hayat be" diyorum. Dostluklar çıkarsız, duygular karşılıklı, çıkmaz sokaklar bile daha bir umutluydu eskiden.
Sonra büyüdük, değiştik, her şey değişti herkes değişti. Sahi büyüdükçe mi değişiyor insan yoksa değiştikçe mi büyüyoruz? Hayat, farklı karakterleri tecrübe edindikçe bir sayfa daha mı kopartıyor çocukluk defterimizden?
En yapılmaz denilen şeyleri, en yapmaz dediğimiz insanlardan görünce anlıyoruz yaşlanmanın kahpeliğini. Bir zaman sonra, "biz hep çocuk kalalım be böyle olacaksak" diyoruz. Sonra küçük bir göz gezdiriyoruz mazi defterinin eskimek bilmeyen sayfalarında. Zaman alıyor aynı yolları bizim de çoktan geçtiğimizi fark etmek. Bir süre sonra anlıyoruz ki kime ne yaftası yapıştırıyorsak üstümüzden almışız nüshasını. Bizim için çocukluk olarak geride kalmış bası anıları, bazı kimseler o kadar kolay atlatamamış işte.
Aslına bakarsanız insan aynı insandır hatta çoğumuzun savunduğu değerler aileden gelir ve değişmez hayat boyu. Değişen, karakterler ve kişiliklerdir. Çok görecelidir bu iki kavram. Daha iki gün önce yaptığı kişiliksizliklere akıl erdiremeyip şaştığınız birine "sen kişiliksizsin" lafını söyletecek kadar görecelidir. Belki de siz gerçekten de bu lafa cevap veremeyecek kadar kişiliksizsinizdir veyahut bunu söyleyenin kişiliği, sukunetinizi anlayabilcek derecede oturmamıştır yerine.
Velhasıl kelam her yaş, her karakter, her kişilik bir gün geçer yahut oturur, muhim olan bugün birilerini yargılarken yarın bir gün aynı yaftayı alma ihtimalimizi düşünebilmektir. Muhim olan bu denli değişken karakterlere sahipken bile dost yitirmemektir. Pişman olabileceğiniz sözler çıkarken ağızdan, susmaktır muhim olan...

1 Aralık 2015 Salı

Kalkın sıranızdan, sıradışı olun biraz

Oyuncaklarım -şu "eski" olanlar hani- bir köşede biriktirilmiş zamanın çürütücü gücüne bırakılmış. Yıllardır elime alamadığım elma şekerlerimin kokusu hala burnumda tütüyor. İlk okulun silgi kokulu masalarında sıra arkadaşımla paylaştığım ekmeklerin tadını hiç bir şey vermiyor artık. "S" harflerine "Ş" deyişim geliyor aklıma, dilim geriye doğru kayacak oluyor, sonra tebessüm ediyorum kendi kendime. Hiç uçmayan uçaklara, havlamayan köpeklere şaşırıp açtığım ağzıma bir esneme geliyor havalimanına her gidişimde. Aslında şimdi düşünüyorum da bütün çocuklar adına, biz büyümek isteyerek çocukluk etmişiz sanki biraz. Her büyüdüğümzde sistem biraz daha almış bizi içine. Anılarda sakladığımız detayları hatırlamakta vefasız kalmışız. İlk okul arkadaşlarımın hiç birini hatırlamam ben mesela. Çocukça geçmiş kıymetli yılları hatırlamanın çocukça olduğunu düşündüğümüzden yahut bize öyle düşündürüldüğünden her geçen gün daha bir yitirmiş elma kokusunu silgilerimiz. Yavaş yavaş eskimiş defterler. Kaplıklar çıkarılmış, yerine teller getirilmiş. "Yaşımızın adamı olmuşuz" söz gelimi. Sonra biz büyüdükçe hep biraz daha büyümemiz beklenmiş bizden. "Sizin oğlanın boyu ne kadar oldu?" gibi garip çekişmeler yaşanır olmuş anneler arasında. Akşam ezanına kadar eve girmeme özgürlüğünün haklı gururunu yaşamışız bir zaman sonra. Halbuki hiç neden "akşam" diye sormamışız. Biraz daha büyümüşüz. Kimseye vermediğimiz değerleri x'e verdirtmeye başlamış hayat. Sistem bir parçasını daha almış hayatımızın. Yatmadan önce içmemiz gereken sütüm yerini pek muhim başka gereklilikler almış. Soru çözmeden uyutulmamaya başlamışız. Çözdüğümüz her soruda biraz daha uyutulmuşuz sonra. Liseye geç kurtulacaksın gibi boş vaatlerle donatmışlar etrafımızı. Ki hiç değişmemiş bu vaatler lisede de. "Şu universiteye bir girdik mi tamamdır" gibi, düşünceler girmiş sonra beynimize. Sonrasında üniversite bitmiş, güzel bir yere gelmişiz. Aslında biz hayatımız boyunca hep "bir zaman sonra kurtuluş var" düşüncesi ile yaşatılmışız. Halbu ki neden çalışmamız gerektiğini anlatsalar yetermiş. Tüm bu çabalardan sonra, o "vaat edilen topraklara" vardığımızda uğraşacak bir şeyler vermişler elimize. "İş sahibi olmuşuz" sistemin deyimi ile. Bir süre sonra kafamızı kutudan çıkarıp gün ışığına baktığımızda, alışık olmayan gözlerimiz aman aman hiç çıkma dışarı boşver sen yine hayatın boyunca en iyi yaptığın şeyi yap, çalış, sistem için ülken için çalış diye diretmiş bize. Sokmuşuz kafamızı geri, bizden geçti artık deyip hep bildiğimiz işi yapmışız. Bir zaman sonra toprak olmuşuz, koymuşlar başımıza bir taş. Arkamızdan bir kaç günlük bir yas tutulmuş. Gitmişiz sonra, ta ki sistemde yeni, daha işe yarar iş gücüne yer açılsın.

Bütün bunlar, sistem bize "sıradan yaşa, sırandan kalkma" dediği için olmuş. Anarşistin biri olup çıkın demiyorum yanlış anlamayın ama tutup da size düşünmemenizi söyleyen bir sistemin kölesi de olmayın. Arada bir kalkın sorulara gömüldüğünüz sıranızdan, arada bir "sıradışı" olun. Sistem sizi yönetmesin. Siz işinize geldiği gibi zaman zaman kullanın sistemi.

Hayatı bir bardak çaya benzetecek olursak eğer sistem bu hikayede dem olur. Siz yani iradeniz boş ve berrak bir su. Önce biraz sistem koyacaksınız hayatınıza ardından iradeniz girecek devreye. Ne koyu, zehir gibi bir şey olacaksınız ne de bomboş ve kullanışsız, ancak mide bulandıracak, minerallerini kaybetmiş bir su. Ayrı ayrı bir anlam ifade etmeyeceksiniz ama bir araya gelince dünyanın en güzel içeceğini oluşturacaksınız...
Hayatınızı bol şekerli yaşamanız dileği ile...