31 Aralık 2015 Perşembe

Yıllanmış takvimler, tadını kaçırıyor hayatın.
Yine de mutlu yıllar sevgili okur...

28 Aralık 2015 Pazartesi

Sevda dost dinlemez

Sevda dost dinlemez.
Uzundur onun hikayesi,
Zaten oturup da hiç bir dost dinlemez.
Ne sevda dinler dost,
Ne de bir dost sevda.
Olsa olsa dikenli cennet bahçelerinde içilen,
Yalancı sulara anlatılır sevda.

Sevda, nedir pek bilinmez.
Bir gariptir izahı,
Zaten hiç bir şeye de benzemez.
Ne sevda benzer bir şeye,
Ne de benzetmelerle anlatılabilir bir sevda.
Hem dedim ya olsa olsa dikenli cennet bahçelerinde içilen,
Yalancı sulara benzetilir sevda.

Kim ne vakit bulur?
Neden arar?
Kime sorar?
Hiç bir şeyi bilinmez,
Hiç bir yerde konuşulmaz sevda.
Ve evet, olsa olsa dikenli cennet bahçelerinde içilen,
Yalancı sularda geçer bahsi biraz...

27 Aralık 2015 Pazar

İyi ama Neden?

Neden her insan sevmek zorunda?
Ne diye susamıyor konuşma yeteneği bahşedilmiş hiç bir insan?
İki kalbin ışığı neden aynı anda aydınlatamaz aynı dağın gölgesini?
Şu ışık saçan lambalar seher vakitleri neden loşlaşır?
Loş odalarda tükenmiş hayatlar nasıl her gün boşlaşır?

Niye her gün tükenir insan,
Yaşanmamış her duygu acı verir insana,
Yaşanmış en mutlak duygu da acıdır,
Acıyı yaşayan her insan alır eline kalemi birden, "çok" şair olur,
Bir cinayettir sevmek ve bir kalbe birden çok fail olur,
Niye?

Neden solar güller,
Güneş her daim nasıl yanar?
Bir müzik parçası nasıl taşır kelimeleri ait olduklari yerlere?
Neden en güzel paragraflarda biraz da olsa şarkı tadı vardır?

Neden bu kadar soru soruyorum ki ben?
Her şey belli değil mi zaten?
Güneş doğudan doğar,
Güllerse kırmızıdır.
Loş odalar ne bir ışık ister ne de karanlık için bir şık.
Her insan konuşur,
Herkes sever biraz,
Herkes tadar acıyı,
Aslında herkes faildir biraz,
Her fail, şairdir biraz.
Tükenen hayatlarsa, sadece tükenir, o kadar.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Eşsiz kar taneleri


Ankarayı sarmış kır ağlarına, kırağı düştü bugün.
Üzerine beyazlık gelmiş ne varsa,
bir çiçek, bir ağaç hatta bir ot mu neyse artık onlar,
hepsi yırtıyor karları,
hepsi biraz biraz eritip deliyor.
Dondurucu rüzgarın savurganlığı bir kaç ağaç yaprağı sallıyor.
Yere düşen buzlara eşlik ediyor gözlerim.
ortalık sessiz....
İnsanlar yine, doğanın bize verdiği en doğal gazla ısınmaya çalışıyor evlerinde.
Benimse ellerim, bir çift kumaş cebin garantisi altında, avare avare dolaşıyorum düşmeyen karlar ortasında.
Ben çok sevmem aslında öyle kışı felan.
Hiç biri birbirine benzemeyen kar taneleri bir gün aynı düşerse diye korkarım.
Kar altında kalan her çiçekte hüzünlenirim biraz.
Hem neden bu kadar alıştı ki insanoğlu bu beyazlıklara.
Bulutlar arasından, yüzlerce metre yüksekten düşen bir desen abidesi nasıl bu kadar sıradanlaştı.
Oysa ben hep korkmuşumdur kar tanelerinden.
Bulutların bu eşsiz çocuğunu her görüşümde kalbim titrer,
ruhum titrer,
bacaklarım, kollarım, tüm vucudum,
titrer.
Hem içimi soğutur hem de dışımı kar taneleri.
İçim dışım titrer.
Bir zaman sonra, soğuyan kalbimle insanlardan soğurum,
Her kış, biraz daha yazarım vakitsiz gelen kısa süreli inzivalarımda.
Her kış değişir müzik listem.
Büsbütün kasvete bürünür soğuktan donan parmaklarım.
Düşen her kar tanesinde gözlerim de düşer yere.
Her sözüm daha bir soğuk çıkar ağzımdan.
erken donan mürekkebim, daha bir yansıtır beni, geriye dönüp değiştiremediğimden.
Her kış, hüzün verir bana.
Düşen her kar tanesi, seni hatırlatır...

25 Aralık 2015 Cuma

Bir Nefes Mola


Tren camının serinliğine koymuşum kafamı.
Trenin lokomotifinden çıkan duman buğ yapıyor manzarama.
Yanaklarım, biraz soğuktan, birazcık da tırtıklı raylardan olsa gerek, titriyor.

Yarı uykulu halimle açık tuttuğum gözlerim,
sıfatlarını hep "açık" tuttuğum sözlerim,
ve henüz açamadığım, tütün üstü közlerim,
ucu açık kelimelerim, kalemim,
yani, hüzünlerim ve ben sizin anlayacağınız,
gidiyoruz.
Varmak için değil ama,
yola çıkmış olmak için gidiyoruz.
Sırf dönebilmek için, gidiyoruz.
Hem dönmek için gitmek gerekir.
Kalmak için deli olmak.
Silmek için başlamak gerekir.
Yazmak içinse dolu olmak,
Oysa gitmek için raylara emanet,
hiç bir şey lazım değil.

20 Aralık 2015 Pazar

Kim bilir? Kimse...

Kim bilir asfaltına ayak basılmamış kaç yol var önümüzde.
Kim bilir kaç dönüş, kaç keskin viraj, kaç uçurum kenarı bekliyor zamanın kumları arasında.
Ve kaç rüzgar esecek aralamak için o kumları.
Kim bilir kaç hece saklıyorsun henüz okunmamış beyaz sayfalarında.
Kaç silginin izi, kaç sevdanın gizi duruyor satır aralarına sıkışmıs.
Yazılamayanların bir ettiği duygu dolu paragrafların, kim bilir ne kadar daha küskün kalacak okunmaya.
Kaç kaldırım taşı hasret ayakkabının tozuna,
Kaç saat kaldı bir sonraki gülümsemene,
Kaç sayfada daha bir araya gelecek senin bu adın,
Yahut ne vakit bitecek yadın kim bilir.

Kim bilir?
Kimse bilmez.
Ben de bilmem, sen de.
Kimin neye neyin kime değdiğini, hangi kalbin kime niye değdiğini, bir sevda safsatasının nelere deyeceğini,
Kimse bilmez.

Ben bilerim diyen de kimse artık, bir bilgin bir meczup yahut fuzuli bir mecnun mu kimse artık o,
o kimse de bilmez.
Şu saatten sonra kimse bilmez.

İlham almıyor değilim zaman zaman

Haykırasım geliyor dağlardan.
Dik yamaçlardan yankısı olmayan çığlıklar yollamak istiyorum doğanın yeşil kokulu sinesine.
Mantıksız mantıksız konuşmak istiyorum iki aylık bir bebeğin karşısına oturup.
O "agu" dese, ben de bir şeyler saçmalasam diyorum.
En fazla bir kaç ögeden oluşabilen yetersiz cümlelere sıkıştırmadan derdimi, çıktınca avazım bağırmak istiyorum.

Hapsoluyorum kelimelere zaman zaman.
Kağıdın başına oturduğum bazı gecelerde satırlar parmaklık oluyor kalemlere
Bazılarında ise parmaklar satırlanmışçasına durgun ve kesik.
Yani sizin anlayacağınız;
Bazen oturup da iki kelime yazamıyor insan
Bazense iki kelam etmeye yetmiyor şu lisan.
Yetse bile her yazım, sessizliğinde kalıyor kelimelerin.
Her yazım bir kış sessizliğinde oluyor,
Her yazım, kışlarımı özletiyor.
Baharları gözletiyor her yazım.

Bir zaman sonra,
"İşte! bu benim yazım." diyebileceğim mevsimler ve şiirler gerekiyor bana.
Satırlarca yazım var ama bir tanesi  haykırılmaz ovaya dağa.

Şu ilham denen muazzam şey de olmasa ne olurdu harflerin hali.
Hiç bir şey fısıldamasa şu çiçekler, nasıl yazardı şairler bir hali.

Hem,
Arada sırada ben de yanlış cümleler kurmuyor değilim.
Kuralsız gecelerde cümlelere sığmıyor değilim.
Boğulmuyor değilim tezatlıklarda.
Şşhh kimselere söylemeyin ama;
Zaman zaman "al" çiçeklerden, bir şeyler duymuyor değilim

19 Aralık 2015 Cumartesi

Devrilmiş bir yazı

Matem dolu yüzünde bir tebessüm,
hasret dolduruyor ciğerlerime.
Devrilen umutları takiben
Bir devriklik vuruyor cümlelerime.
Bilmediğimden hiç bir sıralamasını hayatın
Bir türlü koyamam yüklemlerimi yerine.

Yerli yerinde, tek düze yaşamadığımdan belki de,
Her şeyi yerinde, tek dize şiirler yazamıyorum.
Çok sulandırdığımdan hayatı,
En pastelinden, mutlu tablolar çizemiyorum.

Sahi, mutluluğun resmini çiz deseler bana, bir yüz çizerdim, yarısı dolu bir çay bardağı, bir de mekan kafenin o -ara ara çalan- hiç bir şey anlamadığım müziklerinden.
Ne?
Müzik çizilemez mi?
Ee o zaman hiç uğraşmayacaksınız kardeşim çizmeye, müziksiz mutluluk tablosu olmaz.

Her neyse ne diyorduk, çaylar ve yüzler.
Yüzlerce değil ama tek bir yüz.
Böyle loş bir sarkma lambanın ışığının vurduğu bir yüz.
Seçemediğim ama bana seçenek bırakmayacak kadar parlak bir yüz.
Sonra?..
Sonrası mutluluk işte.
En "elde edilemeyecek derecede güzel olanından" hem de.
En yazılamayacak, en yaşanamayacak olanından.

Söyle bana ey ........!
Şu öznesiz kalan yüklemler, kaç anlam taşır hecelerinde.
Kararsızlık hali mesela, kaç kişiyi hapseder gecelerinde.
Bitiremediğim her cümlenin sonuna adını koymak isterken delicesine.
Öznesizlik, sanki sıradanmışçasına, nasıl işler dizelerime?

Ne vakit düşer biriken umutlar, bisiklet selelerinden?
Kaç çiçek daha küsecek bahara bu vakitsiz seherlerimden?
Kaç kez daha atacak zincir, çevirmemem için pedalı.
Kim bilir kaç, "kaç"lı soru daha gelecek, anlamam için soramadığım soruları.
Kim bilir kaç,
Kim bilir? kaç!..

17 Aralık 2015 Perşembe

İlk üç durakta epey soğuk metro

Ayazı çıktığı kadar bağırıyor suratıma rüzgar.
En az insanları kadar soğudu başkent.
Düşen her kar tanesi ölümü hatırlatıyor bana.
Uçuşan atkımı hissedemeyecek kadar don yüzüm,
Ayazı çıktığı kadar bağırıyor suratıma rüzgar.

Manavların önünden her geçişimde karpuzu özlüyorum.
Kar delen her çiçekte seni.
Yazları hasretini çektiğim portakal, değersiz artık.
Ne gelip ve geçmişse hayatımdan,
Ve neler "geçmiş olmuş"sa bana,
Ben bir onları düşlüyorum.
Ne vakit geçsem bir manavın önünden, karpuzu özlüyorum.

İlk üç durakta çok soğuk metro.
Hoş ısınırım birazdan, uzun daha yolum.
Raylar misali yanaşıyorsun akıl duraklarıma.
Yanaşmadığın zamanlarda ise,
duraksayan aklım yine seni hatırlatıyor bana.
Senin bu soğuk tavırların titretmiyor içimi artık,
Zaten sadece ilk üç durakta çok soğuk metro...

16 Aralık 2015 Çarşamba

Senden sonra "sen"

Üşüyorsan yakayım yüreğimi diyeceğim ama,
Bir aşkın kuru alevi ile ısınamayacak kadar kansızsın sen.
Rüzgarın titretmeye korktuğu dalgalı saçların.
Artık yağmurda ıslanamayacak kadar hissiz.

Çıkarıp assam ceketimi omzuna,
Dönüp bir kez gülmezsin.
Ben bir sadaka dilerim senden,
Sense tebessüm ne bilmezsin.

Sen gittikten sonra daha bir anladım seni.
Gittin dediysem yanlış anlama, zaten hiç gelmemiştin.
Aklımdan çıktın biraz ve biraz da sen unuttun beni.
Hoş hiç bir bahar vakti, zaten aklına da gelmemiştim.

Pişmanlık değil senden sonra yaşadıklarım.
Zaman zaman çocukluğuma kızıyorum biraz.
Hem sen gidince daha bir aydınlandı yazılarım.
Sen çıktın aradan daha bir yaklaştım kağıda,
Artık, zamanında yazamadıklarıma şaşıyorum biraz biraz.

Senden sonra ben çok değiştim ama gören yine tanır beni. Tek fark kimi şair müsvettesi der, kimi çocuk, kimi ise yazar. Kör topal bir adım kalır yine de her hayatta.
Yahut, onlar Tarık der bana, bense ne istersem onu anlarım.

Senden sonra "sen" ise tanınmaz haldesin. Diyeceksin ki neden "benden sonra sen" demedin. Ne bileyim, paşa gönlüm böyle istedi. Hem bir sevdanın zehri karşısında kim oluyorum ki ben?

15 Aralık 2015 Salı

Bir gecenin çöküşü

Gece çökecekti dağların yamaçlarına.
Ay yüzüne karaladığım her şiirde mehtabı eledim.
Bir kaç kelime buldum yüzünü tasvire.
Döndüm kalbime, her bakışta bir kaç Leyla eledim.

Çöl rüzgarları esti yamacımda
Yalnızlıktan, yoldan geçen abdalları eyledim.
Kağıda her dokunuşumda yaktı elimi.
Kalemi, elemi sen belledim.
Bir parça mürekkebe minnet eyledim.

Gece çöküyordu yamaçlara
Ay, yüzünü çekiyordu, hüzünü çekiyordu denizin kabarmaya hazır maviliğinden.
Sonra döktüm içimi kabardı denizler.
Bir zaman sonra gördüğüm her maviye adımla seslendim.
Bir şiir yazdim adına, mısraları heyheyledim.

Demlenmek istedim biraz gecenin kaynarlığında.
Oturdum yakamoza karşı iki bardak çay demledim.
Çayım demlendi, ben demlendim.
Ve ben bir şiir daha yazdım adına,
Kabaran denize inat.
Sana benzemeye çalışan kaç güzelliği varsa tabiatın,
Hepsini, hepsini bir ettim satırlarda.

Baktım çöktü çökecek gece.
Adını tasvir ettim batmış güneşler çaresizliğinde.
Ah benim hiç doğmayacak günlere yüklediğim "neler doğar?" umutlarım,
Hiç solmayacak gülleri sulama aşinalığım.
Ah, zaten sönmeyecek bir alevi alabildiğine körüklendirmelerim.
Ah benim şiirlerim ve her şiirime koyduğum adın.
Ah bu ben, yine tasvir ettim yüzünü...

Ve gariptir, gece hala çökmekteydi dağın yamaçlarına...

14 Aralık 2015 Pazartesi

Ey Gül

Sen tek gecede açan.
Sen tek heceli, ama sayfalara sığdırılamayacak kadar güzel;
Ve yine tek heceli sözcüklere -aşk gibi mesela- tercüman olan sen.
Sen son sayfası yırtılmış romanların en ön sözü,
En gizli gözü açılmayan sandıkların.
Gizemli kalmış tüm olayların aslı, özü.
Sen ki hiç yanmayan, aynı zamanda da her ateşin közü.
Dikenine en çok katlanılan, sen.
Sen ki Mecnunlar titretmiş, Leylalar eskitmiş,
Eski not defterlerinin arasında eksiltilmiş dallarıyla duran sen.
Kan kırmızısı renginle, ne kanlar çekmiş, ne canlar almış, ne cananlar vermiş sen.
Sen ki şiirlerde beyit beyit, göz yaşında damla damla, kitaplarda satır satır anlatılmış GÜL.
Sen ki bir peygambere, bir duyguya en çok yakıştırılmış çiçektin.

Ne oldu sana?

Yaprakların, dalın hepsi solmuş gibi.
Alışamamış çöle ruhun, kanla dolmuş gibi.
Haykıramadıkların, diken olmuş,
Geçen her kuş aşkı senden sormuş gibi.
Belki de gerek yok artık sana.
Mecnun Leylasını sanki bulmuş gibi.
Yahut en çok sen lazımsın.
Buldum sanan abdal kayıp olmuş gibi.
Hiç olmasaydın ya sen?
Çöller Mecnunların kaybı olmuş gibi.

13 Aralık 2015 Pazar

Berceste

Solan güllere anlatsam derdimi.
Yahut henüz solmayanları soldursam derdimle.
Yine demlesem çayımı mehtapa karşı.
Çayım demlense...
Gökyüzü, çimenler demlense...
Biraz da ben demlensem...
Efkarımı tasvire bir kaç Şinasi birden çağırsam sonra.
Dizelerde kaybolan kafiyelere kurban versem sözlerimi.
Her mısramdan biraz daha eksilse yüzün.
Her hecemde daha bir derinleşse hüzün.
Sonra sen olsan yanımda.
Aynı mürekkebe daldırsak kalemlerimizi.

Sahi birlikte şiir yazsak ya seninle.
Son hecesi benzeyen her kelimeye,
Kafiye desek.
Bir deste şiirimiz olsa da,
Biz hepsine berceste desek.

Beraber demlensek sonra.
Demlikler eskitsek.
Ay vursa yüzüne.

Sonra...
Sonra kalkıp gitsen sen.
Tek söz etmeden, tek düze hayatlarımıza dönsek,
hazır giz dolmadan tek dize şiirlerimize dönsek.
Hem mehtap zamanı dağ gölgesi mi olurmuş...

8 Aralık 2015 Salı

Islansın İsterdim

Kaç dil varsa dünya üzerinde konuşulan,
Hepsiyle ayrı ayrı zikretmek isterdim adını.
Yüzüne bakmak isterdim numaralı, numarasız her gözlükten.
Her sözlükte aramak isterdim anlam veremediğim derin bakışlarını.
Göz yaşlarınla her türlü körlüğe çare bulmak.
Her közlükte biraz daha alevlenmek isterdim.
Islansın isterdim saçlarım, nisan yağmurlarının sakinliği altında.

Kadıköyden binip vapura,
Martıların nimetine aracı olmak isterdim.
Kılamadığım tüm namazlarımın kazasını,
Eyüp'de kılmak isterdim.
Üsküdardan kız kulesini seyre dalıp, simanı düşlemek isterdim.
Islansın isterdim saçlarım nisan yağmurlarının sakinliği altında.

Bakamadığım gözlerinin içi gülsün.
Tüm dikenli bahçelerin, içi gül dolsun isterdim.
Koymaya korktuğum noktalar, sonu gelmeyen tekrarlarla virgül olsun isterdim.
Ben,
Ben bir tebessümünün müsebbibi olmak isterdim.

Her sofranda sayrem,
Her çayında bir dem,
Her nisanda diden olmak isterdim.
Ve, ıslansın isterdim saçlarım, nisan yağmurlarının sakinliği altında.

7 Aralık 2015 Pazartesi

Leylasız Mecnun Olmaz

Leyla, öyle sıradan bir kız değildir.
Sevdiğiniz bedenlerin adını Leyla koyup, mecnun değil bir meczup olup, haramdan buz kesmiş ellerinizle, yandığınızı ancak, iddia edersiniz.
Bir ömürlük bir nefesi, bir anlık heves eyler heba edersiniz.

"İşte! ben bu kızın gözlerine saatlerce bakabilirim" deyip aşık olduğunuzu sanıyorsunuz.
Oysa Leyla dediğinle gelinmez gözgöze.
Söz söze olunur orası ayrı.
Aynı kadehten şarap içilmez onunla.
Olsa olsa aynı secdeye koyarsınız başınızı, dudak payınız aynı bırakılır belki bir bardak çayda.
Misal, saçları okşanmaz onun.
Rüzgarda dalgalandığı görülse kafidir.
Aynı martıya simit atarsınız belki başka bankların şahitliğinde.
İki yakası bir araya gelmeyen istanbulun o iki ayrı yakasından el sallarsınız göremediğiniz yüzlere.
İki farklı kıtadan gülümsersiniz birbirinize.
Yahut iki farklı kıtada aynı kafiye olursunuz olsa olsa.
Senin gündüz vakti boğazda beslediğin bir balık, akşam vakti sofrasına düşer onun.

Çünkü iki ömrün hesabını, yalnız verebilmektir mecnun olmak.
Yeri geldi mi yek olmaktır, yeri geldi mi de yok olmaktır mecnun olmak.
Mecnun olmak Leyla amacını araç edinebilmektir.
Mecnun olmak, Leyla gibi Leylaya sevdalanabilmektir.
Mecnun olmak, göremediğin ilhama "nimet" diyebilmektir.

Leylasız mecnun olmaz, Mevlasızsa ancak meczup olunur...

6 Aralık 2015 Pazar

Basit insanlar, basit duygular

Aşk, bir takıntıdır ötesi değil.
Aşk biraz, yalnızlık gibidir aslında öyle iki kişi ile yaşanmaz.
Neye aşık olursanız olun hepsini unutursunuz bir gün. Unutmak aslında, insan oğluna verilmiş en büyük nimettir, umutlanmaksa en büyük zaaf.
Aşk, yeri doldurulamamış sevgiyi başka yerlerde aramak gibidir.
Sadece "aramaktır" ama.
Aşk asla sonsuza dek sürmez. Ancak üç şekilde sonuçlanır bu hikaye; ya mecnun toprak olur ya leyla, yahut kavuşurlar.
Sonra...
Sonra biter.
Sonra sevgi başlar.
Olsa olsa sevgi sürer sonsuza dek.

"Baki" ye olmayan hiç bir aşk baki değildir zaten.
Yazılıp çizilmemiş, çöllerde gezdirilmemiş aşk, aşk değildir zaten.

Bir kaç günlük hevesleri -sırf adı havalı yahut söylemesi kolay tek hece diye- aşkla eşleştirmiş çağımızın nefis kurbanları.
Nefis işini aşk yapmak, bağdaştırmak çok kolaydır aslında.
Tutku, ya da ne bileyim bir takıntı nefsin işidir çünkü.
Oysa insan sevdiğinin saçlarını okşamak istemez aşıksa, "rüzgarda dalgalandığını görsem kafi" der.

Bazılarının aşkı da bir anlık gönül kaymasıdır.
Karın altında saklanmış çiçeklere sevdalanmayı marifet bilir bazıları da.
Karlar eridiğinde, korlar söndüğünde farkına varır insan ne kadar basit şeylere ne denli çelişik duygular yüklediğinin.

Uzun lafın kısası dostlarım, insanlar basitleşmez sadece bazıları daha bir ustadır gizlenmekte, ama her fondatenin bile bir ömrü vardır tabi. Bazıları da doğuştan sağlam yaratılmıştır zaten onları en bileşik kesirlerle çarpın yine de basitleşmezler.

Duygular da basitleşmez aslında. Basit hevesler uğruna adı kirletilir bazılarının o kadar. Tutkuya aşk denir, hevese ise ömürlük sevda. Her bedene bir kefen uydurulur.
Basit insanların, basit duyguları hep basittir, kulak asmayın siz onlara. Kendi karmaşanız da, en karmaşık bildiğiniz duyguları, en sağlam halinde yaşayın.

Ne duygu basitleşir ne de insan.
Basit insanların yaşadığı basit duygular vardır sadece...

5 Aralık 2015 Cumartesi

Seni sevmek demek

Seni anmak demek, bir teleskopla bilmem kaç milyon yılda bir geçen bir kuyruklu yıldızı seyre dalmak demektir.
Seni anmak karanlığı yırtmaktır.
Aynı zamanda da ışıklara küsmektir seni anmak.
Seni anmak, türkü tadında yaşamaktır
Seni anlamak, çözülememiş ne kadar sırrı varsa tabiatın, bulunamamış ne kadar güzelliği varsa dünyanın, hepsine vakıf olmaktır.
Akıldaki tüm soru işaretlerinin üzerindeki kancayı yok etmektir seni anlamak.
Seni sevmek, akıldaki diğer bütün kadın isimlerini kılıçtan geçirmektir.
Koşarken kesilen nefeste bile güzelliğini akla getirmektir seni sevmek.
Denizin maviliğine karşı oturup, "gözlerin" diye haykırmaktır seni sevmek.
Sensizken sen olabilmek, hükümsüz bir sevgiye sav olmaktır.
Seni yaşamak, aşka gelmektir.
Her gecenin sabahında; her kışın, yazın baharında; her hecenin aruzunda, arzusunda; her sobanın sıcağında simanı düşlemektir seni yaşamak.
Seninle yaşlanmaksa düşlenemeyecek kadar güzel bir şey olsa gerek.
Hem yoksa neden uykusuz kalayım ki her gece...

Sen ister inan ister sus

Sen uyurken saatlerce izledim seni yanı başında, rüyalarından bile daha yakındım sana.
Her nefes verişini yakaladım atmosferden, şifa niyetine soludum karbondioksitini.
Her "off" çekip suratını astığında sen, gözlerinin önünde çocuklaştım, yüzünde oluşmasını istediğim küçük bir tebessüm için. Sahi ne güzel şey gülüşüne sebep olabilmek.
Her gece eve doğru yürüdüğün tozlu kaldırımlar öksürtmesin diye seni, akşamdan su tuttum gri kentin tüm griliklerine.
Yoluna çıkabilecek kaç su birikintisi varsa, gece gece dağıttım sokaklara.
Evden acele ile çıktığın sabahlarda, üşürsün belki diye, çocukken beni kovalamış ne kadar kaz varsa hepsinin tüylerini yolup iliştirdim montunun dikişlerinden.
Ben, sen bilmesen de her sabah araba ile aldım bıraktım seni okuluna.
Sana laf atan yahut tenezzül eden kaç serseri varsa sokağında hepsinden bir kaç iz duruyordur bir kez olsun bakmadığın yüzümde.
Masanın hiç bakmadığın gözünde duran çiçekleri koklamasan da, içini hiç açmadığın kalemine gizlenmiş bir kaç parça notu görmesen de, test kitaplarının hep aynı sayfalarına attığım yıldızlarından olmasa da haberin. Yapmamıştır dediğin her şeyi yaptım.
Gecenin bir vakti, sırf rüyama giren bir cümle yüzünden uykumdan kalkıp satırlar dolusu şiir yazmaya başladım.
Şimdi sen ister inan bütün bunlara istersen de aklına mantığına yatmasın tüm bunlar. Sana değil, sevgine harcanmış onca zamana istersen değer ver istersen de yalan de.

İsteme de zaten be...
Ben seni sensizken sevdim kalbim tekledi; bir de sen karışsan şimdi mevzuya, halimiz duman...

Sebepsiz...

Bazen, "bu ne aşk acısıdır kardeşim bir bitmedi" gibi tepkiler alıyorum arkadaşlarımdan.
Acı çektiğim felan yok aslında. Birileri görsün okusun diye de yazmıyorum hiç bir yazımı. "Yazmak" denen asil eylemi gerçekleştirmek için elime aldığımda kalemi bazen hiç bir şey gelmiyor aklıma, ben de birilerinden bahsediyorum size.
Yazdıkça aşık olursun diyor bazıları da. Oysa yazdıkça aşk bulaşmaz parmaklara, olsa olsa biraz mürekkep damlar, o da silmek isteyene geçer zaten.

4 Aralık 2015 Cuma

Aşk bazen bir imtihandır

Öyle bir yıktın ki içimi, iç mimarın kralı gelse toparlayamaz dağınıklığımı.
Öyle alevlendi ki bıraktığın yangın, şimdi ne vakit yürüsem yangın alarmlarının altında, sırılsıklam oluyorum. Hiç bir itfaiye hortumu mesela kalbime gidecek kadar uzun ve kırmızı olmuyor.
Kalbim öylesine paramparça olmuş ki üzerinden araba lastiği geçse onu bile patlatır.

Hiç bir hukuk işlemiyor aşka, yazılan hiç bir kanun söz edemiyor sevgiden. Her şeye bir çözümü olan her suçluya bir kefen uyduran maddeler, kalbin katilleri karşısında sukun duruyor. Hiç bir mahkeme tutanağında geçmiyor adları.
Kalbin bu gereksiz ve düzensiz artıp azalan ritimlerini işleyemiyorlar tıp laboratuvarlarında ders niyetine.
Beynin işletmesi gereken bir vücudun kalbe bağlanması olayı hiç bir işletmeciye mantıklı gelmiyor.
Sırf bir yüz görüldü diye zamanın yavaşlaması Einstein'ın kemiklerini sızlatıyor ve hiç bir fizikci hesaplayamıyor bir gözün çekim kuvvetinin kaç newton olduğunu.
Aşk olsa olsa bir ritim yahut bir müzik oluyor konservatuarda, bazense tüm güzel enstrümanların sessizliği tanımlıyor bu hissi.
Vücudun sol yanı ağır basıyor geceleri, hiç bir "Eşit Ağırlık" izah edemiyor bu durumu.
Sözellikle yaz yaz bitmiyor aşk.
Sayısal hiç bir veri verilemiyor bu duygunun tesirine.
Hiç bir Dil, dünya üzerinde konuşulan hiç bir lisan yetmiyor anlatmaya...

Kelime barajı

Bir baraj var parmak uçlarıma kurulmuş. Yazmaya başlasam sel olup akıcam kağıtlara. Ah ulan ne zor şeymiş ilk cümleleri yazmak. İlham geldi gelmesine ama uğruna yazacak bir şey bulamıyorum. Aklımda bulutlanan binlerce cümleyi hangi konu üzerine yağdırsam diye düşünüp duruyorum. Kağıtlar açmış şemsiyesini bekliyor.
Neden bilmiyorum bir durgunum bugün.
Senden mi bahsetsem yine?
Yok be ben bile sıkıldım artık.
Acısı hiç değişmezken aşkın, bu kadar farklı yazıya aynı düşünceleri nasıl sığdırdıma şaşırıyorum bazen.
Neyse, ne diyorduk?
Hah parmağımdaki barajlar.
Gecenin karanlığı bütün aydınlığını veriyor ellerime ama işte aciz kalıyorum ışık saçmakta. Bir set var parmaklarımda. Keşke dilediğimde kapağını açabilsem şu parmaklarımın, varsın bir kaç hane, bir kaç köy yahut bir kaç yürek sular altında kalsın. Bir gece de küçük damlalar halinde değil de sel olup düşsem yüreklere keşke.
Nedir bu bendeki taşamamazlık? Yeterince dolmamamdan mı? Belki de su verecek bitki kalmamıştır çayırlarda? Yahut her gece koklamaya çekindiğim şu menekşelerin aslında kokmadıklarını öğrendiğimden, sırf manzara olsun diye suyumu harcamak manasız gelmeye başlamıştır.
Belki de şu hediye ettiğin kalem lanetlemiştir parmaklarımı. Sahi o kalemle yazdıklarım, benim kalemimden mi çıkmış oluyor senin kaleminden mi? Gerçi ne zaman bir şey çıktı ki senin kaleminden? Yazarlıktan bahsetmek dışında ne katkın oldu senin yazmaya? Çok sevdiğim bir filmin bir repliğinden anladığım kadarıyla, beni seçmediğine göre şiirden anladığında yok zaten. Sahi film demişken, hadi uyuyalım artık. Belki rüyamızda bir kelebek görürüz, belki de bir kelebek bizi görür rüyasında...

3 Aralık 2015 Perşembe

Geçememiş kişilikler

Eski hallerini özlediğim insanlar var, eski hayallerimi özlediğim gecelerde.
Çocukça hallerim hala düşmüyor hatrımdan, büyüdükçe daha bir yaşımın adamı oluyorum.  Bazen, "eskiden daha yaşanılasıydı hayat be" diyorum. Dostluklar çıkarsız, duygular karşılıklı, çıkmaz sokaklar bile daha bir umutluydu eskiden.
Sonra büyüdük, değiştik, her şey değişti herkes değişti. Sahi büyüdükçe mi değişiyor insan yoksa değiştikçe mi büyüyoruz? Hayat, farklı karakterleri tecrübe edindikçe bir sayfa daha mı kopartıyor çocukluk defterimizden?
En yapılmaz denilen şeyleri, en yapmaz dediğimiz insanlardan görünce anlıyoruz yaşlanmanın kahpeliğini. Bir zaman sonra, "biz hep çocuk kalalım be böyle olacaksak" diyoruz. Sonra küçük bir göz gezdiriyoruz mazi defterinin eskimek bilmeyen sayfalarında. Zaman alıyor aynı yolları bizim de çoktan geçtiğimizi fark etmek. Bir süre sonra anlıyoruz ki kime ne yaftası yapıştırıyorsak üstümüzden almışız nüshasını. Bizim için çocukluk olarak geride kalmış bası anıları, bazı kimseler o kadar kolay atlatamamış işte.
Aslına bakarsanız insan aynı insandır hatta çoğumuzun savunduğu değerler aileden gelir ve değişmez hayat boyu. Değişen, karakterler ve kişiliklerdir. Çok görecelidir bu iki kavram. Daha iki gün önce yaptığı kişiliksizliklere akıl erdiremeyip şaştığınız birine "sen kişiliksizsin" lafını söyletecek kadar görecelidir. Belki de siz gerçekten de bu lafa cevap veremeyecek kadar kişiliksizsinizdir veyahut bunu söyleyenin kişiliği, sukunetinizi anlayabilcek derecede oturmamıştır yerine.
Velhasıl kelam her yaş, her karakter, her kişilik bir gün geçer yahut oturur, muhim olan bugün birilerini yargılarken yarın bir gün aynı yaftayı alma ihtimalimizi düşünebilmektir. Muhim olan bu denli değişken karakterlere sahipken bile dost yitirmemektir. Pişman olabileceğiniz sözler çıkarken ağızdan, susmaktır muhim olan...

1 Aralık 2015 Salı

Kalkın sıranızdan, sıradışı olun biraz

Oyuncaklarım -şu "eski" olanlar hani- bir köşede biriktirilmiş zamanın çürütücü gücüne bırakılmış. Yıllardır elime alamadığım elma şekerlerimin kokusu hala burnumda tütüyor. İlk okulun silgi kokulu masalarında sıra arkadaşımla paylaştığım ekmeklerin tadını hiç bir şey vermiyor artık. "S" harflerine "Ş" deyişim geliyor aklıma, dilim geriye doğru kayacak oluyor, sonra tebessüm ediyorum kendi kendime. Hiç uçmayan uçaklara, havlamayan köpeklere şaşırıp açtığım ağzıma bir esneme geliyor havalimanına her gidişimde. Aslında şimdi düşünüyorum da bütün çocuklar adına, biz büyümek isteyerek çocukluk etmişiz sanki biraz. Her büyüdüğümzde sistem biraz daha almış bizi içine. Anılarda sakladığımız detayları hatırlamakta vefasız kalmışız. İlk okul arkadaşlarımın hiç birini hatırlamam ben mesela. Çocukça geçmiş kıymetli yılları hatırlamanın çocukça olduğunu düşündüğümüzden yahut bize öyle düşündürüldüğünden her geçen gün daha bir yitirmiş elma kokusunu silgilerimiz. Yavaş yavaş eskimiş defterler. Kaplıklar çıkarılmış, yerine teller getirilmiş. "Yaşımızın adamı olmuşuz" söz gelimi. Sonra biz büyüdükçe hep biraz daha büyümemiz beklenmiş bizden. "Sizin oğlanın boyu ne kadar oldu?" gibi garip çekişmeler yaşanır olmuş anneler arasında. Akşam ezanına kadar eve girmeme özgürlüğünün haklı gururunu yaşamışız bir zaman sonra. Halbuki hiç neden "akşam" diye sormamışız. Biraz daha büyümüşüz. Kimseye vermediğimiz değerleri x'e verdirtmeye başlamış hayat. Sistem bir parçasını daha almış hayatımızın. Yatmadan önce içmemiz gereken sütüm yerini pek muhim başka gereklilikler almış. Soru çözmeden uyutulmamaya başlamışız. Çözdüğümüz her soruda biraz daha uyutulmuşuz sonra. Liseye geç kurtulacaksın gibi boş vaatlerle donatmışlar etrafımızı. Ki hiç değişmemiş bu vaatler lisede de. "Şu universiteye bir girdik mi tamamdır" gibi, düşünceler girmiş sonra beynimize. Sonrasında üniversite bitmiş, güzel bir yere gelmişiz. Aslında biz hayatımız boyunca hep "bir zaman sonra kurtuluş var" düşüncesi ile yaşatılmışız. Halbu ki neden çalışmamız gerektiğini anlatsalar yetermiş. Tüm bu çabalardan sonra, o "vaat edilen topraklara" vardığımızda uğraşacak bir şeyler vermişler elimize. "İş sahibi olmuşuz" sistemin deyimi ile. Bir süre sonra kafamızı kutudan çıkarıp gün ışığına baktığımızda, alışık olmayan gözlerimiz aman aman hiç çıkma dışarı boşver sen yine hayatın boyunca en iyi yaptığın şeyi yap, çalış, sistem için ülken için çalış diye diretmiş bize. Sokmuşuz kafamızı geri, bizden geçti artık deyip hep bildiğimiz işi yapmışız. Bir zaman sonra toprak olmuşuz, koymuşlar başımıza bir taş. Arkamızdan bir kaç günlük bir yas tutulmuş. Gitmişiz sonra, ta ki sistemde yeni, daha işe yarar iş gücüne yer açılsın.

Bütün bunlar, sistem bize "sıradan yaşa, sırandan kalkma" dediği için olmuş. Anarşistin biri olup çıkın demiyorum yanlış anlamayın ama tutup da size düşünmemenizi söyleyen bir sistemin kölesi de olmayın. Arada bir kalkın sorulara gömüldüğünüz sıranızdan, arada bir "sıradışı" olun. Sistem sizi yönetmesin. Siz işinize geldiği gibi zaman zaman kullanın sistemi.

Hayatı bir bardak çaya benzetecek olursak eğer sistem bu hikayede dem olur. Siz yani iradeniz boş ve berrak bir su. Önce biraz sistem koyacaksınız hayatınıza ardından iradeniz girecek devreye. Ne koyu, zehir gibi bir şey olacaksınız ne de bomboş ve kullanışsız, ancak mide bulandıracak, minerallerini kaybetmiş bir su. Ayrı ayrı bir anlam ifade etmeyeceksiniz ama bir araya gelince dünyanın en güzel içeceğini oluşturacaksınız...
Hayatınızı bol şekerli yaşamanız dileği ile...

29 Kasım 2015 Pazar

Güzel, olmaz mı?

Şöyle sahile doğru uzatıp ayaklarımızı, deniz eşliğinde söylenmiş bir kaç şarkıda kaybetmesek mi kendimizi?
Martılara attığımız simitler havada süzülürken ayranlarımızı yudumlasak.
Elini elimin üstüne koysan sonra.
Saçların dalgalansa rüzgarda, bir uğultu esse kulağımda.
Sen yüzünü dönsen bana; kırk yıllık yosun gül koksa, her balık bir yüzük taşısa karnında, midyelerin tamamı inci dolsa dişlerinden, denizin maviliği parlamaya çekinse gözlerinden. Bir konuşsan sonra dalgaların o dinlendirici sesi bile seçilemez olsa sözlerinden, martılar sussa, deniz sussa, motorları kapatsa limana yanaşamamış tüm tekneler, bir tek seni dinlesem güzel olmaz mı?
Güzel olmaz mı bütün lugatim sözlerinden ibaret olsa?
Denizin tüm huzuru, bütün mavilikler gözlerinden ibret alsa olmaz mı, ey güzel?

Güzel olmaz mı biz olsak?
Karanlığa karışıp giz olsak.
En pes noktalarında hayatında, tek notada tiz dolsak.
Söz olsak sonra bir kaç şairin mısrasına.

Güzel olmaz mı?
Olur tabi, işin içinde sen varsın bir kere, nasıl olmasın ki...

Sevgimden

Açıyorsa bir gül daha bahçemde,
Acıyorsa bir gün daha sinem.
Hala harlanan alevler varsa dünyada eğer, hepsi seni sevdiğimdendir.
Sevgim güzelliğinden gelmez, güzelliğin sevgimdendir.

Ağır Tezatlar

Geçenlerde yüzüne rastladım tozlanmış bir romanın son sayfalarında.
Duygulandım biraz.
Ne vakit yüzüne rastlasam hüzün beni anıyor.
Nerde bulursam bulayım en basit kafiyeleri sözüm hep seni arıyor.
Kaç yazara daha ilham olucak senin bu tanımlanamayan yüzün?
Daha kaç kalem eskiteceksin?
Bembeyaz kalan sayfalardan kaçını daha karalar bağlayacak adınla?
Kaç virgülüm daha noktasız kalacak bitiremediğim cümlelerde?
Sahi kaç kilo çeker ki bir sevgi?
Sevdikçe kilo mu alır insan?
Bir kaç parça eksik mi kalır?
Yoksa daha mı bir ağırlaşır taşıyamadığı yüklerin altında?
Peki bu sevgi dedikleri şey sahiden yakıyor mu?
Eğer öyleyse hem yanıp hem de nasıl titrer ki bir insan?
Yürekte yanan bir ateş nasıl olurda buz kestirir vücudu?

Tezatlıklar içinde boğuluyorum zaman zaman.
Bazense tezatlıklar boğuyorum derinlerde.
Benimki de böyle bir çelişki işte n'apcan...

Çocukluğum kokuyor her şey

Giz dolu güzlerin henüz acmamış çiçeklerine saklamışım oyuncaklarımı. Dedemin elli yıllık köstekli saati bozulmuş, bir köşeye fırlatmışım. Karşıdaki boş arsanın çamur lekeleri, yıkanıp sökülmüş kıyafetlerimden. Günlüklerim yani şimdiki dünlüklerim yıpranmış, günlerin, yılların kahpeliğinde. Kaç kişiyi eskittiysem artık düşlerimde, uyuyamıyorum. Zaman zaman da soluyamıyorum yıllardır içimi darlayan oksijeni. Nisan yağmurları altında daha iyi anlıyor insan, yaşlanmanın ıslanmanın eş anlamlısı olduğunu. Sanki her geçen gün hayat nefesimi değil de hevesimi alıyor artık ciğerlerimden. Gelip geçen her yolcu, her "-di li" geçmiş zaman cümlesi hayatımın bir kez daha kaldırıyor mazi defterimin sayfalarının tozunu. Hala geçmemiş geçmişlere takılı kalıyor aklım ara sıra. Ne kadar ilk okul sırası varsa kırık dökük, çoçukluğum kokuyor hala. Akşam ezanını her duyduğumda eve koşasım geliyor.

Neler yaşadıysam anılarımda artık.
Kaç çöl aştım bilinmez, ayakkabımda epey bi zaman kumu...
Ne yazdıysam silinmez, bütün kitaplarımın mutsuz sonu.
Kimler yaşlandırdıysa daha çocuk kalbimi her nisanda, göz kapaklarım yağmur dolu.
Ve yine kim harlandırdıysa beni, sözlerimde bir ton soru.

28 Kasım 2015 Cumartesi

Ne güzel be burda yaşlanmak

Bir şehir düştü içime
Bir şehir ki hep düşümde
Yine bir ton hüzün var içimde
Seviyorum gibi denizini ama zaman zaman küsüm de.
Her şair gibi ben de dinliyorum İstanbulu ve çekilmiş perdeler gözümde.
Öyle huzurluyum ki sanki tüm atmosfer içimde.
Yağmurları altında yaşlansam da her nefeste.
Ne güzel be bu şehirde yaşamak da ölüm de.

Ne olur İstanbul, İstanbul kalsa biraz

Yine hangi muhim şahıs geçiyor limandan?
Ne bu gemi sesleri?
Yine mi boğazlıyolar be İstanbulu?
Bir durulamadı şu şehir, hep bir dalgalandırıyorsunuz denizini.
Ne olur sanki adam gibi alsanız simidinizi otursanız, üsküdardan kız kulesine bakıp, yağmurda ıslanan çayınızı düşünmeden martıları besleseniz?
Şehri resmeden bir ressama birazcık da olsa yeşil boya kullanma hakkı verseniz ne olur?
Üzerine tonlarca şiir yazılmış, yeri geldiğinde şiir gibi yaşanmış, kim bilir kaç şairin kaç sevdiğine adanmış bu şehrin kafiyelerini bu denli bozmasanız ne olur?
Ne olur bıraksanız da İstanbul, İstanbul olsa biraz?

Değişen tek ben varım

Kalem hala aynı kalem bakma, değişen sözüm.
Gece herkese gece, sadece bazılarına daha bir hüzün.
Sorular hep soruydu, farklı olan çözüm.
Heceler de hiç değişmedi mesela, değişti yüzün.

Nargilem bile aynı senden sonra, değişen tek şey közüm.
Olsa olsa ben değişmişimdir biraz, sahi belki ben közüm.

Onca yangından sonra, köz olmaya bile korkuyor insan.
Onca kaybımdan sonra, söz olmaya yetmiyor lisan.

26 Kasım 2015 Perşembe

Hey Gidi Karadeniz

Kazım Koyuncu'nun dido şarkısı gibiydi, huzur veriyordu ruhuma. Ne vakit duysam sesini bir şeyler yazasım geliyordu ama bir parçanısı bile anlamlandıramıyordum, sanki sanki aynı ezginin farklı dilleri gibiydik.
Bu yüzdendir belki de ayrı bir hayranım karadenize. Her dido deyişinde bir karadenizlinin, hiç yaşamadığımız hatıralar canlanıyor aklımda. Dağlardan gelen keskin bir tulum sesi ile içime doluyor yeşilin bütün havası. Sümeladan yükselen bir "Hey gidi karadeniz" yakarışı tonlarca albüm cdsine bedel oluyor. En az dalgaları kadar hırçın oluyor Karadenizin şarkıları. Bir düşünün mesela, hiç kısık sesle söylenen bir Karadeniz şarkısı duydunuz mu? Duyamazsınız... Dik yamaçlara karşı haykıra haykıra; feleğe, kadere, kedere saydıra saydıra; yeşillikten yankılatılarak söylenir Karadeniz Şarkıları. Hırçınlığın dozajı ne derece yüksekse o derece huzur verir. Ne kadar yürektense sözleri o kadar nufuz eder dalgalanmış yüreklere. Bir başkadır karadeniz, aldığı canları unutturmaya çalışırmışçasına hayat vardır dağlarında.
Yüzmek de yaşamak da cesaret ister burada, kendini sığ sularda açılınca büyük görenlerin bir anda tepe taklak olduğu dengesizlik de, gökyüzünün bulutlarını en mükemmel açı ile düşürdüğü dağların denize uzanışındaki mükemmellik de doğasında vardır karadenizin.
Karadenizde sevmek de cesaret ister mesela. Yine de en güzel karadenizde yaşanır aşk, en iyi karadenizin dağlarına karşı çalınır kemençe, en güzel karadenize susulur, karadenize haykırılır en avaz, karadenize yazılır en uzun. En çok o dinler sıkılmadan.
En güzel karadenizde yaşanır aşk.
En kara deniz odur çünkü, yüreklere en yakın olan odur cünkü.

22 Kasım 2015 Pazar

Bir çeşit empati diyelim

Bir kaç aylık bir bebeğin giz dolu bakışlarından isterdim. Birazcık da sebepsiz gülüşlerinden. Kaşlarım mesela, mükemmel bir eğimde olsun isterdim. Yada insanlar şu gözlerime baktıklarında, muhteşem bir adanın en yüksek yerinden ufka bakıyormuşçasına seyre dalmalarını isterdim. Bir sabah uyandığımda bir masalda yaşıyor olabilme ihtimalimin olabilmesi kadar kusursuz bir yüze sahip olmak isterdim. Benim için ölecek bir kaç kişiden ziyade, sırf benim için her şeyiyle yaşayacak birilerinin olduğunu bilmek isterdim. Sevilmek isterdim sonra, en sebepsiz şeklinde sonuç dolu hayatın. Birilerinin kalbine gömülmek isterdim mesela. Müsvetteler eskitmek, birilerini eksiltmek, her uğultuda esmek isterdim bazı kulaklarda.
Ben, ben bir kaç saatlik de olsa sen olmak isterdim. Seni yaşamak isterdim. Anlamak isterdim düşüncelerini. Hem belki sen de ben olurdun, o gözlerden baktıkça kendine aşık olurdun, kalbin gereksiz artan ritimlerini hisseder kriz felan geçiriyorsun sanardın, bilmediklerini, henüz anlatamadıklarımı veyahut göstermediklerimi öğrenirdin belki.
Bazen böyle sebepsiz keşkelerle geçiyor hayat. Bazense olsun be diyorum. Buna da şükür, Bana da şükür...

21 Kasım 2015 Cumartesi

Yaz kaygımdan ölmek

Dönülmemiş köşelerde saklanan ölümler kadar acı veriyor her şey, dökülmemiş hecelerse ölüm. En siyah gecelerde biten umutlar yerini sızıya bırakıyor. İmkansızlıklarla geçiyor hayat anlayacağın, sevdasızlıktan hayal bile kurulmuyor yada. Her atılamayan çığlıkta satırlara döktüğüm sukunetlerde yankılanıyor kelimeler. Kalemimden kurşun yağdırıyorum kağıda, kağıtsa delik deşik olan kalbime baktıkça gülümsüyor. "Nedir senin bu halin?" diye soracak oluyor bazen, sonra git gide daha bir karalanan her parçası onun bile sukunetine sebep oluyor. Dedim ya ağaçlar bile susuyor zaman zaman. Senden sonra, geçirdiğim her gece daha bir yazılası geliyor artık. Silinmiş her cümlem "yerini kralı gelse dolduramaz." pişmanlığı uyandırıyor. Yazımın ortasına denk geldi diye kaçırdığım metro durakları hiç bir şey eksiltmiyor zamanımdan. Öylesine hoşlaştırmışki boş hayatımı bu "yazmak", artık boş vaktim bile yok insanlarla gezebileceğim, sadece zaman zaman insanlara da zaman ayırabiliyorum. Her seferinde, her seherinde gecenin nereye gider sonu diye düşünmeden çiziyorum üç beş bir şey. Sonra... Sonra işte her yazdığım daha bir anlatıyor beni, kendime bile anlatmaya korktuklarım kağıda dökülüyor, aynı tema ama farklı kılıflarla. Sonra, sonra yüz kere dinlediğim her fon müziğinin yerine yenisini bulmam gerekiyor. Bir zaman sonra da hayat yerine bir temsilini bulmam gerekiyor. Zaman zaman psikolojimi bile sorgulatıyor bana bu yazarlık olayı. Geçenlerde bir ağaca rastladım mesela "kalbinin atması nasıl bir his?" dedi, "ne bileyim be." dedim "onu kalbi hala kendinde olan birine sor ben kaybedeli çok oldu."
Bakın yine saçmaladım bir şeyler. Sırf daha iyi anlatayım diye derdimi bir sonraki yazımda, her sabah böyle saçmalıyorum işte.
Sanki kan kaybında yaşarım da, yaz kaygımdan ölürüm gibi geliyor...

20 Kasım 2015 Cuma

Dar ağacında sevmek

En güzel yazılarını kaleme aldığı masada, kalemi her akşam eline aldığı masada, kafenin en arka sol köşesinde bekliyordu. Bugün ilk defa bir şey bekliyordu belki de. Ellerini nereye koyacağını bile bilmiyordu, yıllarca kalem salladığı, yeri geldiğinde bütün hayatı bir kenara koyup ellerini konuşturduğu bu yerde kılını bile kıpırdatmaya korkuyordu.
Her şey daha farklı olmalıydı oysa ki, deplasmanda olan o değildi çünkü. Derken kapıdan gelen o kısa zamanlı zil sesi ile irkildi. Paltosuna soktu ellerini, inandırıcı olsun diye küçük bir titreme getirdi kendine. Kafede yankılanan ayak seslerine kalbinin ritmiyle eşlik etti sonra "tik, tak". Derken geldi ve oturdu karşısındaki özlem dolu sandalyeye. "Ne yapıcam şimdi? Nasıl başlasam? Onca şiirlik aşkı, kare bir masaya nasıl sığdırayım?" düşünceler kemirirken içini, garson yetişti imdadına: "Ne arzu etmiştiniz?". Garipsedi biraz, belki de ilk defa "-niz" eki nezaket olsun diye kullanılmamıştı cevap vermesi gereken bir soruda. "Biz iki çay alalım" dedi. Acele ile ne istediğini sormayı bile unutmuştu. Sonrasında gitti garson, yine bir ateş sardı vücudunu, kalp kalbe olmak istediği birisiyle baş başa kalmak bile heyecanlandırmıştı onu. Sessizliğinin çığlığı karanlığı yırtıyordu. "Ee" dedi kız, "Niye çağırdın beni buraya?". "Şey" diyebildi sadece, zaten ne diyebilirdi ki başka. "Söyleyecek misin?" diye azarladı onu kız. Derin bir nefes aldı çocuk, tüm atmosferi iki akciğere sığdırmıştı sanki.
"Seviyorum" dedi, sustu. Sağlam bir tokat hissetti yüzünde. Ardından kalbinden dökülen bir kaç damla yaş, kan belki de kim bilir. Sevmekti tek suçu, tonlarca silginin içinde yazmaktı, silenlerin sel olduğu bir masalda sevmekti, sevmekti tek suçu.
Kız kalktı gitti sonra, kafe daha bir loşlaştı, tekleyen kalbi eşlik edemedi kızın ayak seslerine.
Gözünün aşina olduğu boş koltuğa uzun uzun baktı. "Seviyorum" dedi, sustu. Ağaçlar, kuşlar hepsi sustu, yazılmamış ne kadar hikaye varsa, masallarda feryat eden kaç hece varsa, akmış mürekkepler, hepsi, hepsi sustu... Dar ağacında hapşuran bir mahkuma kim ne diyebilirdi ki? Çok da yaşamadı zaten sonrasında.

Sen ben olmuşsun sana benzeme arzumdan

Sen bana yazılmışsın sanki be.
Ya da ben seni yazmaktan, senden başka yazılabilecek bir şey düşünemiyorum hiç bir deftere.
Ruhuma kazılmışsın,
Çayıma katılmışsın sen, hayatımı tatlandırmışsın. Öyle ki sevginden şekeri bırakmışım.
Sen, sana benzeme arzumdan ben olmuşsun.
Bense sensiz kalmışım.
Sen benden alınmışsın,
gerçi hiç verilmemiştin orası ayrı.
Bir parçamı almışsın sen.
Tam da tek bir parça olduğum bir döneminde hayatın, tek parçamı almışsın, beni benden almışsın.
Sen ben olmuşsun her gecenin ayazında, bense sensiz kalmışım.

19 Kasım 2015 Perşembe

"Çok yaşa"

Ne diye yazıyorum ki bu kadar? Dar ağacında hapşuran bir mahkuma kim ne diyebilir ki? Kalbin sadece hapşururken durup durmadığını kim bilebilir ki? Yaşamanın anlamını, ölecek olandan öte kim anlar? Samimi bile olsa bir "çok yaşa" ne denli uzatabilir ki ömrü?
Neyse konu babamın pastalarına gelmeden bırakıyorum soru sormayı...

18 Kasım 2015 Çarşamba

Kimim be ben?

Mahalledeki çocuklardı bir düğün arabasının arkasından koşanlar, yorulan bendim.
Kim ne söylese muhim meseleler hakkında, susturulan hep bendim.
Kanadı kırık bir kuş gök yüzüne bakarken sığındığı evden, hasret bendim, özlem bendim.
Bir kaç gram soğuk demir için açılmış mendil dolu eller üşümekteyken meydanın ortasında, umut bendim.
Kimin üzerine gitse hayat ve yine kim konuşsa hayat üzerine, kim sövse kadere bir kaç masum küfürle, hep benim kulağım çınlar ve yine ben hayata küserim hep.
Yol ortasında bırakılmış ne kadar dostluk varsa, sevgi girmemiş her kalpte, susuz kalan her bir ağaçta acıyan benim, duygu benim, iz de benim yara da, dostluk benim, sevgi benim.

Kimim be ben?
Belki de, yol ortasında bırakılan dost benimdir, susturan benimdir mesela, acıtan, iz bırakan, su vermeyen hiç bir ağaca, kader sövüp sayan benimdir. Belki de ben gidiyorumdur hayatın üstüne. Kim bilir belki de, belki de sevgi girmeyen kalp de benimkidir. Ortalık yere savruşturulmuş tüm duygular benimdir.

Her gece aynı şeyleri farklı hecelerle yazan da benimdir mesela...

17 Kasım 2015 Salı

Ben Farklıyız

Ben, farklıyız.
Ben beklerken, yaşarken, ağlarken, ölürken hep yalnızız.
Yalnızız gülerken ben.
Gitardan bir anda çıkıp da bütün şarkıyı berbat eden o tiz ve adı konulmamış nota yok mu o beniz işte, ne vakit şarkımız çalınsa "la,si,la" dan sonra gelen "sol" sol yanımızı acıtıyor.
O beyazların arasına atılıp da bütün çamaşırları mahveden siyah yok mu? O beniz işte, her şeyi berbat ediyoruz, temiz dahi kalamıyoruz.
Bir yandan da bir çocuğun doğar doğmaz akıttığı göz yaşları kadar temiziz ben.
Kalabalıklar içinde, tek kişilik yalnızlık ordusunun yegane eriyiz.
Yalan söylerken bir kaybolup bir beliren ses kaymalarının frekansıyız.
En ıssız gecede gündüzüz, en yıldızsız gökyüzünde kutup yıldızıyız, en hecesiz şiirde ölcüyüz ben.
Ben her şeyden güçlü, her şeyin en iyisini bilen, ve yine her şeyde en aptal, en beceriksizi her uğraşın, ve aynı zamanda da en çok bilen bilgisiziz.

Ben dünyanın en benciliyiz.
"Ben" eşittir "Biz"iz çünkü hiç yalnız kalmadım ben. Ne vakit "ben" olsam bir ben daha yetişti yanıma. En ezildiğim zamanlarda  egom yetişti yardıma "hani şu üzerine çok konuştuğunuz". Her sevmemde hayat bir parça sabır daha gönderdi bana. Anlamsız gülüşlerimin ardından, mutlu olmam için gelen onlarca sebep hiç yalnız bırakmadı beni. Dökemediğimde mürekkebimi, ne varsa sevgime gelmemiş, hatrıma geldi.
Bak yine döktüm ne varsa biraz saçmaladım belki ama döktüm. Kim bilir yine kim kurcaladı hafızamın fabrika ayarlarını.
Yargılamayın hemen öyle "bin kere söyledim size hüzünlü değilim ben, micazım böyle"

Ve söyleyin şimdi ben olmayalım da kim olsun bencil.

Kafanız karıştı demi? Ben bile anlayamıyorum bazen ne saçmaladığımı.

15 Kasım 2015 Pazar

Aşk dediğin...

Bulunamayan mutluluğu, sarp yamaçlarda aramaktır, güzel günlerin bir kaç takvim yaprağı ileride olduğunu düşünmektir aşk. Hayat boyu bir daha hissedilemeyecek derecede güçlü ve yoğun duyguyu, nefreti, sevgiyi, acıyı hepsini, hepsini aynı anda hissetmek de; duygusuzluğun son demlerini yaşamak da aşktır mesela. En yalnız zamanında iki kişi olabilmektir bazen, bazense kalabalıklar içinde tek olabilmektir, hem yek olabilmektir hem de yok olabilmektir aşk. Yeri geldi mi şöyle sağlam bir kaç göz yaşı eşliğinde geceye dökmektir hüznünü, yeri geldi mi de çığlık çığlığa susmak. Bir tek sözle saltanatlar yıkıp, yine bir tek sözle yüzlerce yıl önce yakılmış romayı bile söndürmektir aşk. Maziyi silmektir, feleğe sövmektir, kapanan göz perdelerinin ardından tek bir sima görmektir, istemeyene de rüyalarda bile görülmemektir, sevmek ama sevilmemektir, yerilip de yerinmemektir, soldukça sarılmaktır aşk. Aşk, var olmamış ve belki de hiç esmeyecek rüzgarlarda uçurtma uçurmaya çalışmaktır. Umut ikliminde açan çiçeklerdir aşk...

13 Kasım 2015 Cuma

Ahmet Ulusoylu Olmak

Ahmet Ulusoy sıralarına yazılmış, Nazire ablanın sinirlene sinirlene sileceği bir yazı...

Neyini sevdim bu okulun bilmiyorum. Hep böyle sebepsizce bağlanıyorum işte her şeye, neyse daha güzel şeylerden bahsedicektik değil mi bu yazıda.
Atlantik.
Nedir bu "Atlantik"? Okyanus ismi? Üç hece sekiz harf?
Ya da belki sadece dağ başında bir okul.
Zaman öylesine hızlı geciyor ki burada, insan dört duvar arasında ne işlediğini, yurt geceleri işleten gizli numaraların sesini, sınav haftaları gevşemiş yurt ortamının stresini, kısacası çoğu şeyi, unutuyor.
Geçen sene sevdiğim bir arkadasimin girişip de okul öğrencilerinden cevap alamadığı bir projenin sorusunu soruyorum kendime zaman zaman.
"Ahmet Ulusoylu olmak nedir?"
Uzun metrajlı filmerle bile zar zor açıklanabilecek bir şeyin kısa filme dönüşmesini beklemekti belki de yaptığı tek hata.
Nedir peki Ahmet Ulusoylu olmak?
Fedakar bir iş adamının nufusuna geçmek olmasa gerek.
Ahmet ulusoylu olmak 3 kilometrelik yolu gece vakti yalnız başına, köpekler eşliğinde tırmanmaktır.
Otostop çekilip de durmayan ne kadar araba varsa arkasından istemsizce küçük küfürler savurmaktır.
Ahmet Ulusoylu olmak kantin sırasında cama yakın bölümden kaynamaya çalışmaktır.
Ulan fantazi değil mi deyip IB okumaktır, pek Akıncı bir hoca tarafından önceden fethedilip SBL'ye gitmektir, okulun erkek lisesi olduğunu bilmeden AL'ye kayıt yaptırmaktır bazense.
Ahmet Ulusoylu olmak kim olursan ol Atlantikte dedikodunun geçtiğini bilmektir.
Bir yere giderken SBL katından korku ve hızlı adımlarla geçmektir.
Törene geç kalınca okulun arkasından dolanmaktır, tezatlıklar içinde boğulmuş sözler işitmektir.
Ahmet Ulusoylu olmak, tarihine sınav koyulmuş MUN'e rapor alıp gitme cesaretini göstermektir.
Sebepsizce alkış başlatıp bundan mutlu olmaktır konferans salonunda.
Koridorda karşı cinsle konuşmanın garipsenmesidir Ahmet Ulusoylu olmak.
Kolay değildir Ahmet Ulusoylu olmak.
Ahmet Ulusoyda donmak öyle herkesin harcı değildir.
Hem gelenedir bu okul hem de gidecek olana o da dönüp dolaşıp ara ara gelir nasılsa.

Ne kadar Ahmet Ulusoylu varsa bu yazıyı okuyan, kolay gelsin.
Sakın eğmeyin başınızı bırakın başınıza bir kaç küçük olay gelsin...

Sevgiler, eski bir Ahmet Ulusoylu

12 Kasım 2015 Perşembe

Açık kalmış pencereler

Pencerem açık kalmış, ne kadar yağmur varsa çiselemeye yüz tutmuş hepsi önce odamda birikmiş. Tüm sevinçleri mahallede top koşturan çocukların, birer toprak toza dönüşüp ilk odamda öksürtmüşler beni. Gidenin arkasından dökülecek tüm sular suratıma suratıma çarpılmış, en çok ben hatırlamışım gidenleri ve yine en çok kalana koymuş ayrılık. Açık kalan pencerelerden sızmış ne kadar cereyan varsa ilk benim yüreğimde cereyan etmiş, başı boş rüzgarların alıp götürdüğü parcalanmaya mahkum düşüncelerim daha da savrulmuş dik yamaç tepelerine doğru. Yolunu kaybetmiş her kuşu buyur etmişim penceremden içeri, bilmeden. Öylesine uğrak bir yer olmuş ki odam, yalnızlığımla dahi baş başa kalamaz olmuşum. Penceremden sızan bu soğukluk her sözümü daha bir korkak çıkar hale getirmiş, ben anlamlar yüklemeye çalışırken 'belki de şans eseri- bir araya gelmiş harflere, her kelimem daha bir titrekleşmiş.
Uzak durun ilişmeyin bana. Yıllardır içinde olduğum bu boşluk, bu varlık içinde kendi kendime var ettiğim yokluk, sesimin zaman zaman bir simanın düşü yüzünden belli belirsiz artıp azalan tonu, uğraşacak bir şey bulamayınca nefsim ile uğraşan iradem veyahut her kalp "atamayışım" her "duramayışım" karşısında hayatın, sırf farklı bakıyor diye bir çift göze bir kaç saniyeden fazla bakamayışım, sızının ilacını Ahmet Kayanın sazında arayışım yıldızlara sözlenmiş her gecede, her yakılan hecede güneşlerde közlenmiş. Hepsi, ne varsa sevgimi aşk eylemiş, sıkıntımı takıntım yaptırmış ne varsa hayatımda hepsi penceremdenmiş.
Öyle işte bir açık pencere nelere kadir oluyor. Kimse için açmayın pencerelerinizi, kapatamıyorsunuz sonra, kimseye açmayın düşüncelerinizi, kendinizi de açmayın. Hiç bir yağmurun kaldırdığı toprağın kokusu mest etmesin sizi. Bir kar tanesi mesela ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar beyaz olursa olsun, eşsiz de olsa dünyada, bırakın olduğu gibi eşsiz kalsın çünkü hiç bir kış, uğruna üşütülmeye değmez. Hiç bir kar, delik deşik etmenize değmez kalbinizi. Uğultulu rüzgarların hiç bir tonu, unutulmaya yüz tutacak hiç bir melodi dinlemeye değmez.
İlla açacaksınız da pencerenizi, hayatındaki en büyük isteği -ateist olmayan- arkadaşlarının defansa gelmeleri olan, yüzündeki top izini toprağın belirsizleştirdiği kısa saçlı kaleciye benden bir selam söyleyin. Bir tek onu özleyeceğim geçmiş sokağımda.

7 Kasım 2015 Cumartesi

Bir adın kalmalı

Bir adın kalmalı geriye. Kaldırmak için eski defterlerin pusunu zaman zaman, öyle basit bir grafitiyle değil, altın harflerle yazılmış bir adın.
Bir sanın kalmalı hala. "Bir zamanlar" da olmuş olsa sol yanıma yakışmış olduğunu unutturmayacak, hoşçakal dediğimde gerçekten hoşçakalmanı hak ettirecek bir sanın.
Bir kaç parça da anın kalmalı. En yaşanmamışından, en derininden, en serini ve bir o kadar da en yakmış olanından, seninle sen olmadan yaşadıklarım bile olur, hatırlansın arada bir diye yaşanmış acılar ve bir tecrübe daha çıksın diye yanmışlıklardan. bir iki tane de olsa anın.
Bilerek ve istenmeye istenmeye atılmamış olan, o bir kaç adım kalmalı hatırda. Biraz da fedakarlıktan feda edilebilsin diye hayatta, neler uğruna nelerin feda edilebildiğini bir kez daha hatırlamak için, atılmamış bir kaç adım...

6 Kasım 2015 Cuma

İyileşiyordur belkide?

Herkes sever içinde. Ve ne vakit baş başa kalsa nefsi ile insan büyür bu sevgi. Gece mesela tam da böyle vakitlerdendir.
Herkes ağlar, kimi içinden kimi de bastıra bastıra. Aslında herkesin içi kurumuştur biraz.
Herkesin acısı en derin kendinedir ve kimse kimsenin ne hissettiğini anlayamaz.
Herkes biraz küflenmis sevda taşır yüreğinde, sadece bazılarının -benim gibi mesela- saklama kapları bir milyonculardan alınmışçasına adidir.
Kimi insanlar dışlarına vuramazlar acılarını, içlerinde tuttukça da o sevda içlerine içlerine vurur o kimi insanların.
Acıyı paylaşmanın bir yolunu bulanlar da benim gibi tadını kaçırıp saçmalıyolar işte. Dışa vurabildikleri acılarını bir hırsla duvarlara duvarlara vuruyor ve acıları ile birlikte ellerini de paramparça ediyorlar. Ne kadar sert kapatıldıysa bir kapı yüzlerine o denli açıyorlar kendilerini boş ve nüshası olmayan kağıtlara. Ne denli hissetmişlerse kelimeleri yüzlerinde, o demde döküyorlar heceleri sözlerine.

Öyle işte böyle böyle geri kapanıyor bazıları da.  Ve saçma sapan yerlerde saçma espiriler yaparak, mutlu olmaya çalışıyorlar
(Misal)
Şaç malanmaz, yazılır.

1 Kasım 2015 Pazar

Şşşh

Yazamadıklarım kadar hüzünlüyüm işte, okuduğunuz ne varsa hakkımda yazdığım hepsi bana başlayan bir önsöz. Çizemediklerimin çizdiği bir resime benziyor yüzüm ve ne vakit biri birşey çizse hakkımda anlamsız kalıyor sözüm. Soramadıklarımdan işlenmiş bir kilim gibi ortalık yere seriliveriyor bazı geceler közüm. Kimse basamıyor üstüne ilişmemek lazım diyorlar, aman yanmayalım korkusu ile kaçıyorlar. Kaçsınlar da zaten benim suskunluğum bana yetiyor, bir de onlara sus demeyim.

Off. Ne yazıcaktım be bu yazıda? Yine ne saçmalıycaktım ben? Neler sorucaktım? Kimi çizip kimi karalıycaktım? Hangi birini övücektim?
Unuttum...
En güzeli sessizlik belki de.
Hadi bu kasım gecesi birlikte susalım.
Ve bir düğüm daha atalım kilimlerimize.
Şşşhh...
Bu gece de böyle olsun mazur görün.
Yada, görmemezlikten gelin...

29 Ekim 2015 Perşembe

Güzel...

Susmak güzel bazen, en şiir yazılası anlarda. Ve en çizilesi gecelerde, oynatmamak kalemi, güzel.

Hiç yazılmamış bir günlüğün tozlanmış sayfalarının üzerine arada bir üflemek, özlem dolu gecelerde adam gibi hasretleri özlemek, en unutulası günlerde unutmayı unutmak güzel.

Sevincin nirvasında karşına çıkan ilk kişiye sarıltan o şey neyse, bir patlama, bir hormon mu neyse işte artık, o güzel.

Sen de güzelsin, bazı bazı...

25 Ekim 2015 Pazar

Beyaz gün dostluğu

Neydi kara gün?
Gecenin en uzun olduğu yirmi bir aralık mı?
Ağlanan günler mi? Bir bebeğin mesela, her günü kara mıdır öyleyse?

Sahi bir de dostluğu vardı bu günün. Şu sıkı olanlar hani. Veyahut sıkabilme derecesinde tekrar edilen övgülerle donatılanlar.

Ağlayanla ağlamak kolaydır aslında.
Misal vercek olursak gözümden bir kaç damla yaşın süzüldüğü tek cuma hutbesinin imamı hıçkırıklara boğulmuştu.
Mesele gülenle gülebilmekte, mesele güldüğün her anda dostlarını hatırlayabilmekte. Mesele, sele kapılıp giden bir dostunla ağlamak değil, mesele kahkahalarla ona el uzatabilmekte.
Bir kaç tane daha "mesele" ile başlayan cümle daha kurarsam sanırım sele kapılıcam, susuyorum.

Ne diyorduk?
"Beyaz" gün dostluğu. Var mıdır bilmem ama olsa adı böyle bir şey olurdu herhalde.
Yani yanında ağlayabildiğiniz herkesi dost sanmayın, hayatınıza ne kadar kahkaha kattığına bakın.

Dostlarınızın yanında ağlamayın demiyorum yanlış anlamayın. Olur olmaz yerlerde gereksiz nedenlerden dolayı "ulan bu çocuk kara gün dostu" deyip ağlamayın. Hüzünlendirmeyin dostunuzu bir kaç basit mesele için. Dostunuzla iken gözünüzden değil ancak kalbinizden akan yaşlar olsun masada, olacaksa.
Ve unutmayın göz yaşı dökmek ağlamak değildir, soğanın neden olduğu bir eylem ne kadar asil olabilir ki zaten. Ağlayacaksanız eğer, kalbinizden çıksın göze giden damlalar.

Mesela
Neden bu kadar gözü yaşlı aşık(!) var dünyada biliyor musunuz?
Çünkü ucuz hayaller ancak göz yaşlarına değer,
Kalpten ağlamak bedel ister...

22 Ekim 2015 Perşembe

Sen gittin daha demin

Yeni yeni acılar doğuruyor güzelliğin.
Karşında anlamı kalmıyor sayfalarca sözelliğin.

Harı gitti demimin soğuyor, yetmiyor ateşin.
Sen gittin daha demin, soluyor gülleri bahçelerin.

Git gide daha da soğuruyor gün ışığını tenin.
Sahi şu yüzün mesela, daha mı parlaktı senin?

Belki de kalkması gerekiyordu bazı perdelerin.
Şu sözüm mesela, yeni bir düşüncem mi benim?

21 Ekim 2015 Çarşamba

Gün geçtikçe sen oluyorum

Gün geçtikçe sana benziyor her şey.
Bir çiçek, bir hayat, bir su bile sana benziyor.
Ne kadar benzetme varsa uğruna harcanmış,
Hepsi, hepsi sana benziyor.

Gün geçtikçe sana benziyor sabahlar.
Güneş geçtikçe ay daha bir resmetmekte yüzünü.
Ay geçtikçe gecenin karanlığı, hüzünlendiriyor sözümü.

Hayat geçtikçe sana benziyorum ben veyahut sevebilme ihtimalin olan kim varsa, hepsinr aynı anda benziyorum.
Zaman geçtikçe daha bir sen oluyorum, ve soguklugunun verdiği titremelerle daha bir donuyorum.
Zaman geçtikçe saatim "Tik, Tak" diye değil "Sen, Ben" diye atmaya başlıyor.

Gün geçtikçe daha bir seviyorum seni.
Ama kalbime düşürdüğün her hüzün damlası söndürüyor ateşini yüreğimin.

Bırakmak istiyorum şu kalemleri bir zaman sonra.
Ve diyorum ki bazen, gün geçmesin ki daha bir söneyim sana.
Güneşi, ayı ve hiç bir tabiat olayı şahit gösterilmesin aşka.
Çekmesin fuzuli bir "Ah", devran olmasın çarkı felek.
Ya sen dön bana, yahut şu dünya dönmesin artık.
Ya geçir beni kendimden, ya da günler geçmesin artık...

19 Ekim 2015 Pazartesi

Çocukmuşuz Sebastian

Çocuktuk be Sebastian.
Hayat geçiyordu, yenileri geliyordu, yeni yeni geçiyordu her şey ve biz hep çocuktuk.
Olgunluk denen masallar anlatılırken etrafımızda biz çocuktuk.
Çocuk halimizle seviyorduk ve çocukca yaşıyorduk her sevdamızı.
Ne vakit kızsak kadere çocuk gibi kızıyorduk.
Çocukla çocuk oluyorduk kalp ile her kavgamızda.
Daha bir portakal kadar olgunlaşmamışken karakterimiz, biz belki de ancak bir çocuğun yapabileceği şiddette ısrar ediyormuşuz.
Çocukmuşuz sebastian, "sen kaç yaşındaydın küçükken?" gibi şakalar yapacak kadar küçükmüşüz.
Küçüklüğün de yaşı yokmuş meğer.
Ama sen her şey gibi bunu da alaycı bir tavırla"boş ver", ne kadar laf varsa arkandan söylenmiş, veyahut kimler haykırmışsa yüzüne yüzüne, hepsini boş ver.
Sen bir tek çay bardağımı dolu ver şu boş insan kaynayan dünyada.
Ama sence de biraz büyümenin vakti gelmedi mi?
Ne?
Yana yana piştik, olgunlaştık mı diyorsun.
Kim bilir belki de...

Sen yine de söyle ona sebastian, kalemi elime aldırmasın her akşam akşam...

Kırıldım, saç uçlarıma kadar

Bir tweet atabilmek için üç yüz sayfalık bir kitabı tek gecede bitiren birinden, pulsuz bırakılmış bir kırgınlık mektubu...

Çok kırmıştın beni o gün, saç uçlarıma kadar kırılmıştım.
Kaç parçaya kırılabiliyorsa bir çay bardağı o kadar, o kadar kırılmıştım sana.
Sahi.
Kaç işçi gerekir bir bardak çayı toplayabilmek için?
Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde çay için?
Kaç santimetrekareye dağılabilir ki bir bardak çay?
Boğazda umursuzca saçılmış bir bardak çayın dem taneleri misali dağılmıştım o gün, sur uçlarına kadar dağılmıştım.

Hala da toparlanamamışımdır belki de kim bilir.
Karşılaştırmak zor senden sonrasını, öncesini. Senden önce ben bir kitaptım belki de ve en fazla bir kitapta olabilecek kadar mutlu! bir son bekliyordu beni...

Son adımlarım

Son nefes alışlarım, bir yıllık nefesimi almış, zaman zaman nefesimi kesmiş bu sınıfta.
Bunlar son kalp atışlarım, yeri geldi mi nutkum gibi kalbimin de tutulduğu bu (tutucu) yerde.
Son bakışlarım belki de yahut son buluşlarım.
Son gecenin sabahı bugün, bir daha yağmurunu kokusunu hissedemeyeceğim toprakta.
Bunlar, ayazı ayyaşı titreten bu tepenin bir aşk sarhoşuna verdiği son titremeler.
Kader örmeden ağlarını, sağ taraftan örülmüş telleri son görüşüm.
Son aşma hali bu aşılması epey zor dağın zorluklarını.
Bugün son günü, son ayazların, son titremelerin, son örgülerin, son atışların, son alışların son bulmalarının son günü.
Ve son yazım (güler yüzlü) bir dostuma, yazdıktan hemen sonra okutabileceğim

17 Ekim 2015 Cumartesi

Zamana bırakılmış bir yazı

Ne kolay be öyle her şeyi zaman bırakmak.
Hasret oluyor, zamana bırakıyoruz. Ne kadar yara varsa iyileşmeyen zamana bırakıyoruz.
Ölüyoruz, zamana bırakıyoruz kendimizi.
Seviyoruz, zamana bırakıyoruz.
Zaman sevdiklerimiz bize bırakmıyor mesela.
Ve ne vakit zamansızca gittse biri, biz yine amansızca üzülüp zamana bırakıyoruz.

Hiç düşündünüz mü?
Ya zaman da size bırakıyorsa?

Sevgim Acıdığından

Gelenler oluyor hayatta, zaman zaman da gidenler. Hiç gelmeyenler de oluyor, gitmeyi reddeden de.
Sevenler de oluyor yüzüne karşı, arkandan sövenler de.
Yazanlar da oluyor rahat rahat, bir damla mürekkep akıtmamış olan da.
Sevenler de oluyor susup susup, yarım kalanlar da yazıp yazıp.
Mesela ben.
Sahi be seni sevdigimden yazmıyorum ben, sanırım acıyı sevdiğimden bu sözler yada edebiyatı en azından deniyor olabilmenin verdiği mutluluğu hiç bir şeye değişmeyeceğimden.

Sevginin acıttığı kadar yazmıyorum. Yazdığım kadar acıtmakta sevgin.

Bir başka yazı

Hep başkaydım ben, hiç sizden olmadım.
Bir başka bakıyordu gözlerim ona.
Bir başka akıyordu sözlerim kağıda.
Başka başka yazıyordum üç kuruşa harcadığınız beş kuruşluk hayatlarınızı.
Başka başka yaşıyordum sonra.

Her seferinde şaşıyordum ve anlamlandıramıyordum yalan sevdalarınızı.
Bir başka seviyordum ben
Bir başka gülüyordum
Başka başka ölüyordum mesela.
Bir başka yanıyordu kalbim
Bir aşka yanıyordu kalbim.
Ben hep farklıydım sizden.
Sevdalarım, nidalarım, sorularım,
Dünüm, günüm, önüm hep farklıydı.
Size oyun gibi gelirken her şey.
Bana,
Yaşamak gibi geliyordu aşk, yaşam gibi o da gidiyordu sonra

16 Ekim 2015 Cuma

Bir varmış bir yokmuş

Bir varım bir yokum her masalın başlangıcında.
Varım yoğum masallar.
Satır aralarında geçiyor hayatım.

Bir açım bir tokum her dünya nimetine.
Açım, bayatlar.
Tokum bayat say.
Doymuş yağlara doyamamakla geçiyor her öğün.

Bir yarım bir de tamım her şiirde.
Yarım hayatlara adamışım tam sevdaları.
"Bir yarım yarım"gibi tamlama oyunları ile geçiyor zaman...

Bazen şekilsizim veyahut yozum, böyle.
Alıştım da kendime, hemen her yazım böyle.

Bu iş zor yonca

Bu iş zor yonca,
Yapılacak iş varken onlarca,
Oturup da sevmeyi denemek -onlar-ca!
Zor.
Bırakmak zor yonca.
Hani senin dördüncü yaprağın?
Ve hani tutmayacak demiştik kalemi parmağım.
Zor bu iş yonca, zor.
Bir yeşilinin sayısına, bir de papatya yapraklarına sarılmak umutla, ikisi de delirtiyor insanı,
Ne güzel küçükken bir yaprağını ikiye bölüp buldum diyor kendimizi ve bir kaç dostu kandırıyorduk.
Büyüdükçe zorlaştı mı her şey ne?
Gerçi ne zaman kolaydı ki sevmek,
Sahi bu iş hep zor be yonca...

Öldürmeyen Aşk Güçlendirir

Daha bebekken, elimi yaktığım sobaya ısrarla dokunmaya çalışmamdan belliymiş acıyı seveceğim.
İlk okulda ısrarla dayak yiyeceğimi bildiğim çocuklara dalıp dalıp dayak yememden anlamalıymışım mazoşizmimi.
Sahi, ağzına acı biber sürülmüş bir çocuğun bir kaşık daha alabilir miyim demesini nasıl açıklarsınız?
Ben de böyleymişim işte acıyı sevmişim hep. Gözlerimin uykusuzluktan acımaya başladığı bir gecede kanal değiştirirken denk geldiğim bir programda bir doktor "acı iyidir vucudu sağlamlaştırır" diyordu. Aşk da böyledir belki, lakin tek fark vücudu degil ruhu yakmasıdır ısrarla yaklaştığı ateşle. Dayağa doyamaması bir kalbin ve en saf örsler üzerinde dövülmesi sürekli, belki de alacağı yeni darbelere hazırlar onu. Yaptığımız hatalar yaktıkça ağzımızı, aslında karakterimizi güçlendiriyordur olamaz mı?
Belki de öldürmeyen sevgi güçlendiriyordur...

Her temas iz bırakır

Her temas iz bırakır,
Ve ne kadar derine girmişse bir hançer o kadar zordur iyileşmesi.
Ne kadar içine işlediyse bir aşk o kadar zordur onu ordan çıkarmak.
Her seviş güz bırakır,
Ve bahar yağmurları kadar ıslak bir yüz olur geriye kalan.
Ne kadar sert estiyse rüzgarlar o kadar titretir kalbi.
Her bakış bir söz bırakır,
Seher vakitlerinde yazılmış "farz edelimki"lere bir kelime daha ekler.
Ve kaç kelime yazıldıysa bugüne kadar bakışlardır sebebi.
Gülüşleri köz bırakır
Yakar sebepsiz tutuşmalardan çıkmış alev tohumlarını.
Ne kadar el varsa kararmış tutuşmaktan, bu közün yanında hiç kalır.
Her şiir yerini bir başkasına bırakır
Her seferinde daha güçlü, daha bir gür çıkar mürekkep kalemden,
Ve ne kadar derinine işlemişse mürekkep kağıdın öyle zordur onu yazıldığı yerden çıkartmak...

14 Ekim 2015 Çarşamba

Bıraktım

İçimi açmayı bıraktım şu kırmızı güllerin açmaya korktuğu gri şehrin siyah ve beyaz insanlarına.
İçime acımak anlamsız geldi o insanlara baktıkça.
İçime dahi akıtamadım gözyaşlarımı, sel olup terk ettiler beni, adına yağmur dediler.
Ve kaldıkça bu renksizliğin ortasında, içime almaktan vazgeçtim sevdaları.
Hüzün dolu gecelerde içlenmekten,
Her gün düşleyip iç çekmekten,
Belki de ancak böyle bir yazının kelimelerinin maruz kalabileceği şiddette içiçe geçmekten yoruldum artık.

İçim acıya acıya, içimi acıta acıta bıraktım ben de.

Unutulacaksın

Şu kahrolası şarkılar da olmasa içinde adının geçmediği ama bir okadar da senden bahseden, hatırlanmayacaksın hatta belki hatırlamadığın dahi umursanmayacak. Şu sana benzeyen her çiçeğin şiseye sıkıştırılmış halini aradığın kokular da yayılmasa bahçelere, kazağımdaki kokunun sahibini unutacağım. Şöyle bir kaç sağlam rüzgar da çarpmasa suratıma "hatırla" dermişçesine, saç tellerinin yüzüme düşmüş gölgesi aydınlanacak. Her kış, giydiği uzun kollu bluzlerini parmak eklemlerine kadar çeken kızlar da geçmese kızılaydan, neredeyse unutacağım bir kaç alışılmış alışkanlığını. Şu iptal edilmiş internet sipariş mailleri yahut bir kaç pulsuz mektup da kaybolup gitse mazide, her doğum günün benim dünüm olacak yirmi dört saat gecikmeli kurulmuş saatler eşliğinde. Ya da ne bileyim işte, şu bedava takvim dağıtan, sonunda tic.ltd.şti. yazan şirket isimlerinde kullanmasalar adını belki de çoktan unutmuştum. Kupa kızını her gördüğümde bu kadar düşmesen aklıma yahut Teoman çocukken bir trafik kazasına kurban gitmiş olsa mesela belki de çoktan düşmüştün aklımdan kim bilebilir ki? Şu "unutmak" kelimesi kalksa tedavülden belki de daha yaşanası olurdu hayat.

Sadece (birileri) 'nin anlayabileceği bir yazı

Ne sarıydı saçları ne de bir çift mavilik vardı yüzünde.
Bazen gereksizdi kusur aramak, cennet bahcesinde.

Korksam da bir gün adını geçirmekten sözümde.
Ben ondan bahsediyordum yine, zamansız gelen her şiirde.

Kışın açan bir çiçeğin karlardaki deliklerinde mutluluk aramak gibi bir şeydi benimkisi.
Sahi mavi ve sarı mıydı şu yağan şeyler.

Bazen, haftada 5 gün girmek zorunda olduğum bir kaç metrekareden çıkamıyordu aklım.
Bazense iki şehrin hikayesi oluyordum, bir ülkeden, bir iç ülkeye yahut bir hiç ülkeye.

Ve tüm bunlar karıştırırken aklımı ben yine şiir yazıyordum, hatta şiirin dahi beni yazdığı oluyordu zaman zaman. Anlamlandıramıyordum yaşadıklarımı, tıpkı bir çoğunuzun kısa bir göz atıp geçtiği bu şiiri anlamlandıramayacağı gibi. Derin düşüncelere dalıyordum zaman zaman ve her zaman çıkmak mümkün olmuyordu o sulardan, derinlikler içinde kaybolup gidiyordum zamanda ve çok derin kafalar yaşıyordum tıpkı bu yazıyı yazarkenki gibi.
Kaderi telefonun yaptığı yersiz düzeltmelere bırakılmış bir şiir gibiydim, sonu belli olmayan ve alabildiğine alakasız bütünden. Ve zaman zaman kaderimi yersiz düzeltmelere bırakıyordum ben de. Şiir yazmadığım istisnai zaman dilimlerinde dostlarıma bir nasılsın diyordum yetiyordu. Dostlarım, yani şu "kanka" deyip geçtiklerimden ziyade bu yazıyı anlayabilecek kadar beni tanıyan ve beni ben kadar iyi bilen istisnai insanlar.

Güz yaşları

Güz yaşlarının sel olduğu bir ilk baharda, şöyle sağlam bir kaç gözyaşı eşliğinde arayışta bu kalp. Ne koysalar önüme, dökülen tuzlu sular ile kahırlandırıyorum onu da.
Hıçkırmaktan ağlayamıyorum bile.
Ama sen boşver tüm bunları, gözüme bir şey kaçtı varsay, kalbime kaçanları görme n'olcak.

Mazoşistdir sevmeler

Aşk mazoşizmdir, acıyı seveceksin.
Sevmek kör olmaktır, bir onu göreceksin.
Yanmak kor olmaktır, bir ona söneceksin.
Durmak öyle sebepsizce, yok olmaktır, dünya gibi döneceksin.
Saklasan da sözünü, bir tek onu öveceksin.

5 Ekim 2015 Pazartesi

THE END

Gece kendini uğultulu rüzgarın ıssızlığına bırakırken,
Hayat tüm basiretimi bağlayıp seçimi sana bırakırken,
Güz, yerini unutulmuş bir mevsim çaresizliğiyle gökten düşen pamuk tanelerine bırakırken,
Sen, hiç tutmadığın ellerimi bırakırken,
Milyonlarca şair, kelime oyunlarını artık bırakırken,
Hayat benden seni alıp bir şair musvettesi bırakırken,
Şu vefasız dünyanın vefasızları sağolsun, bir mecnun daha sevmeyi bırakırken,
Sevdan bile kaybolup, geride "şiir" denilen bir bağımlılık bırakırken.
Ve artık seni kastedip etmediğimi dahi bilmediğim onca karalamanın üzerine tüm kalemleri bir kenara bırakırken,
Ben yazmayı bırakıyorum,

Ve artık güven bana,
Zira bu sefer sana verilmedi sözüm.
Anladım, gerçekten sönmeli bu közüm.
Mertçe söylüyorum şimdi,
Ne sana ne de başkasına deger uğruna ölüm,
Ve bilmeni isterim kimseye de ithaf olamaz önsözüm.

Ve işte bunlardı bir şairin kaleminden çıkan son mürekkepler. Yahut bir bağımlının son dozları...

Falan Filan

Dudağından çıkan zoraki bir tebessümde samimilik aramak gibi bir şey bu,
Bir kaç basit kafiye ile anlatılamayacak bir şey bu,
Yüzüne her baktığımda,
Hüzüne çıkacak bir yol görmek,
ve her sözüne öğüt dinlermişçesine kilitlenmek bu,
Yahut onun gibi bir şey işte, sadece bir şey.
Ve ben ne vakit anlam veremesem bu birşeylere bağırıyorum şaka yollu.

Puslu bir bahara doğmuşum nargile içinde duman.
Doğru değil "elif"ler, sevdalar yalan.
Sefil bir kaç kafiye şairlikten kalan.
Ve yetersiz kelamlar, tek denilen, 
"falan filan"

4 Ekim 2015 Pazar

Gözlerine bakmak

Nasıl göz göze gelebiliyor ki insanlar?
Birbirlerinin hangi gözüne bakarak gelmiş oluyorlar göz göze?
İki gözün hangisinin boynunu bükerek yaşıyorlar bu "romantik" denilen anı?
Yüzlerce sözü kaç kere bir araya getirmek lazım bu "tanımlanamayan"ı tanımlamak için?
Ben birer birer bile olsa -ki eğer varsa oyle bir şey- hiç bakamadım gözlerine senin, sadece gözler de değil yüzeyine dahi gözümü ilistirmedim tenin.
Hep kalp kalbe geldim ben seninle,
hamdım, yandım, piştim elemle,
Ve hiç bir günaha yanaşmadım sayende,
Ne varsa ruhumda, döktüm hayata kalemle
Zira kalbin, hiç kaçmadı uzak sinemle.

1 Ekim 2015 Perşembe

Sebepsiz kapatılan gözler

Saçlarının esintisinde süzülmüş rüzgarların defter sayfalarını araladığı bir gecede
Kağıda akar mürekkeplerim.

Yokluğunun hüzününe kapılmış kuşlar karanlığa karışmış köşede,
Adı bilinmemekte mükelleflerin.

Cürmünün zaiyatına uğramış kulların, sebebi ziyareti tek hece.
Tek faili de meçhuldur kelimelerin.

Şarkıların kararsızlığında yazılmış yazılar, bilmece.
Ve sebebi bulunamaz kapatılan gözlerin.

30 Eylül 2015 Çarşamba

Uzun bir husus üzerine uzun bir yazı

Okumuşum hayatı en dip zerresine kadar yaşamaktan zerre umudum olmazken dahi.
Okumuşum şu kaderi "aşağıdakilerden" diye başlamak olan bir ton soruyu yıllarca ve hiç biri de olmamış kafi.
Okumuşum soluksuzca şu sadece satır aralarında nefes alabildiğim şiir kitaplarını hem de en soluksuz zamanlarında hayatın.
Okumuşum zeka seviyeleri tartışılacak insanların ayran misali çalkalayıp durduğu şu eğitim sistem!inde yıllarca sorgulamadan.
Okumuşum.
Ben bir seni okuyamamışım, bakınca konuşamadığım gözlerinden ötesini görememişim. Bir seni bulamamışım kaybolduğum çölde. Bir seni tutamamışım göz yaşlarımı silmekten kayganlaşan parmak uçlarımla. Bir seni unutamamışım kaybolmuş gitmiş onca simanın, muziğin, hatta belki de sevincin içinde bir senin yüzün gülümsemiş şu kaybolmaya yüz tutmuş aklıma ve bir tek gülüşünün şişirdiği yanaklarının kırmızılığı kalmış hatrımda. Bir kül hecenin kör ettiği gözler sana en çok benzeyen hariç tüm renkleri unutmuş.
Bak, bir şey daha öğrettin bana ellerimin yazmaya zorlandığı sensiz gecelerimden birinde, kırmızıymış aşkın rengi, yanan onca kalbin alevinin cazibesine dayanabilen tek renk oymuş zira.

Yine yazayım da rahatlayım derken daha çok sevdim seni, yine aydınlattın beni gecenin en siyahında, umudunu senin bitirdiğin yerde, yine "sevdalattın" beni, şu kaymaya hazır kalbimi bir kez daha soktun rayına.

Sinirlenmiyorum sana yahut umursamıyorum yılgınlığımı felan
Bir sen ol kalbimde yeter bana,
Bir tek gözlerin olsun düşümde,
Adının ahengi bulunsun adın olmasa da her cümlemde,
Sevdan gibi istikrar dolsun verdiğim her sözüm de.
Her geçen gece daha da artıyor sevgim,
Heybemde sevinç de olsa hüzün de.

29 Eylül 2015 Salı

Nefis Terbiyesi

Tutuşmasın eller haramdır.
Son bulamaz bir yangın.
Tutuşmak zira ziyandır.
Yetmez mi ki bu harın.

Buluşmasın gözler ırak dur.
Durdurulamaz bu heves.
Ancak kalbi karartır.
Vucutta yanan bir ateş.

Öyle sev ki selam dur.
Tabur dolusu sevgi dol.
Yakma kalbi temiz dur.
Bir tek ona yan ve sol.

Aşkın Biyolojisi

Şoka uğramış ve görevi -normal koşullarda- kan pompalamak olan bir organın, emir almaya pek de alışık olmayan beyne gönderdiği bir "Sev" mesajı ile başlıyor her şey. Düşüncenin üretilmesi gereken bu yer, aldığı bir komut üzerine çalışmaya başladığında neye uğradığını şaşırıp saçma tepkiler içerisine giriyor. Ve sonraki mesaj "Yan" oluyor beyne. Kulakların, dilin tüm işlevi o birisinin yanında tamamen kalbe bağlanıyor ve ilk görev dışı mesuliyetini üstleniyor bu organ. Ve bir gün kulaklarından giren bir kaç ses dalgası bir tsunami etkisi yapiyor bu kalpte. "Değiş, onun için değiş" deniyor beyne bu sefer. Ardından, kalp tarumar oluyor sarsılmanın verdiği bu acı ile. Kalpten taşan dalgalar gözlere de vuruyor, ve dökülen her göz yaşında daha da yaşlanıyor kalp, ıslanmak ve yaşlanmanın aynı şey olduğu bir kez daha hatıra geliyor hafızada. Ve kalp bir çöküş daha yaşıyor öyle ki dönüp baktığında geride bıraktığı görevine, kan pompaladığı bu vücudun hareketlerini tanıyamaz oluyor. Bir hic uğruna harcanmış onca tuzlu su, bir sevda uğruna yaşanmış onca tekleme üzerindeki, fazla geliyor ona. Sonra bir kalp daha sönüp düşüyor toprağa bir kaç saç telinin gölgesinde yaşlanmış olmanın verdiği yorgunluk ile. Söndürülememiş bir ateş daha buluşuyor kumuyla. Sonra, sonra yeşilleniyor dünya yazılmamış binlerce kelime ve şiir üzerine, sorulmamış binlerce soru üzerine ve sukunetin kulakları sağır ettiği akşamlarla. Yeşilleniyor, ta ki huzur bulsun tüm aşklar.

 Sahi nedir bu mezarlıkların üzerindeki kara duman? Bu karalık bir bahtın değilse dostlarım, bilmeli ki toprak dahi tutuşabiliyormuş bir vücudun içlerinden tüterek.

Allah yakmasın...

28 Eylül 2015 Pazartesi

Haramdır Mecnuna

O kadar çok sevmişim ki zamanında.
Çınar ağaçlarının gölgesinde elimde bir kalemle, bir defter müsvettesinin yetmeyeceğini bilmenin çaresizliğiyle öylesine harcanmış ki hayatım, sahte methiyyeler saçmak zor geliyor şu üç parmağın tuttuğu meretle.
Öylesine içmemişim ki kederli akşamlarda, sarhoşluğunu aşkın vermediği bir sevgi yaşamak zor geliyor.
Gözlerimi kapatıp o kadar çok düşlemişim ki seni en loş odalarda, en meczup hallerde, ışıktan gözlerin seçilmediği bir yerde gerçekten sevmek imkansız artık bana.
O kadar cok sevmişim ki zamaninda sahte sevdalar yetmiyor şu gönlü doldurmaya.
Sahi o kadar çok ağlamaklı olmuşum ki şiir yazdığım her gecede, gözlerim şu sahte güzellikleri görmek için fazla temizlenmiş belki de.
Yahut
Rüzgarın her esintisinde saçının yüzüme vuruşunu öylesine düslemişim ki yurt camının her açık kalışında, bir tenin sevdası bir nefis safsatasınsan öte gidemez olmuş artık bana.
İnsan bir kere yandı mı ateşiyle aşkın yetiyor.
Haramdır Mecnuna Leyladan gayrısı

Sahi be ne sevmişim seni
Öylesine kör sevmişim ki, göze kusur gitmemiş
Öylesine kor sevmişim ki, hiç bir söze husum gitmemiş.
Öylesine sukun sevmişim ki dil, kalkıp da iki kelam etmemiş.

Veyahut boş verin bütün şu şaşaalı lafları sevdiğini düşleyemezken insan, yazmak amaçsızca çizmekten başka bir şey değildir zaten.
Aslında şu yazdıklarımı hüzün dolu bir akşamda bir dostumun söylediği tek cümle açıklıyor, kül tablasında Marlboro izmaritleri görmeye alışmış bir göze Muratti dumanı kaçması gibi bir şey bu yaşadığım...

25 Eylül 2015 Cuma

Geçti bir ömür

Akşam ezanının o mükemmel makamında, çarpık bir dağı izlerken düşüyor unutmaya yüz tuttuğum sesin aklıma.
Yaz sıcağından kaçabildiğimiz istisnai zaman dilimlerinde yani o siyah perde her çekildiğinde üzerimize, tutuğumuz dileklerden artık düşecek yıldızın kalmadığı düşüyor aklıma gökyüzünde.
Ben dahi anlamlandıramazken sözlerimi senin yanlış anlamamanı bekleyişim düşüyor.
Sahi aklıma hep bekleyişim düşüyor, beklemek yani şu "her şey için çok geç" safsatasının nedeni olan fiil.

Öyle işte

Gün batımlarında kurulan hayallerle gecti bir ömür.
Serin bir ağustos akşamının son yıldızı kayarken geçti.
En kötüsü de titrek harflerle yazılmış kelimelerden bir cümle kurmaya çalışmakla geçti.
Hem de her şey öylesine hızlı geçti ki, her şey için çok geçti...

23 Eylül 2015 Çarşamba

Kararsızım bu gece

Kararsızım bu gece yine, demi ayarlanamamış bir çay kadar, Sezen Aksunun "git" şarkısı kadar kararsız.

Zararsızım bu gece yine, odamda bir sivri sinek katliamı yapamayacak kadar zararsız.

Neden bilmem neşesizim, ney üflerken sesini demden yukarı vuramayacak kadar sakin nefesim.

Biraz da huysuzum bu gece, otomatik düzeltmesi açılmış telefona kızacak kadar çocuk ve huysuz.

Ama en çok da sensizim bu gece, kararsız kalacak kadar, zararsız bir neşesizliği huysuzluğun son demlerinde yaşayacak kadar kararsız ve sensiz...

22 Eylül 2015 Salı

Ya Ömer Olacaksın Ya Hayyam

Ya Ömer olacaksın ya da Hayyam bu dünyada.
Turgutu anlamlandıramadığın gecelerde "bana her şair Uyar diyeceksin bundan gayrı"
Cemalin kalemine her baktığında kaybedilmiş bir "Y"nin burukluğunu yasayacaksın içinde.
Taa Fizan'a kadar Fuzuli Fuzuli dinleyeceksin Mecnundan fuzun mecnunluk hissidatı olanları.
Ve bosvereceksin Can Dün dardı bugün geniş gibi luzumsuz espirileri.
Er doğanlar bilmezler yılmak eyleminin anlamını diyeceksin ve kullanacaksın şu elinde olabilme ihtimalini sevdiğin kalemini kendin ve hepimiz adına...

Ayakta bu ölü

Aşk biliyordu ve hatırlar dünü.
Bir gün ortaya döker,
Yaşayamadığın her bir günü.

Aşk yanar ve yakar her közü.
Bir gün o dahi söner,
Yaşatmaz seni hiç bir büyü.

Aşk sağır etti artık her körü.
Ve bugün anlamsız sözler.
Her şeye rağmen ayakta bu ölü.

20 Eylül 2015 Pazar

Bir Demlik Çay ve Bir Dem Sevgi

Klavyeler mi eskiyen, yoksa şu sonu "altına başsız virgüller koyduğum noktalarla" biten cümlelerim mi?
Kalemimin köy zılgıtlı düğünlerde sıkılırmışcasına harcanan kurşunları mı bu paramparça kalbin müsebbibi, yoksa şu yağmurlu ve bir o kadar da sensiz gecelerde altlıksız bardaklarda içtiğim çayın keskinliği mi?
Sahiden de artık küflenmiş bir sözden mi geliyor bu tek hecenin körlüğü, yoksa demini mi fazla koymuşum?
Peki ya bu kaynarlığı kalbimin? bu kadar taze mi daha acın, yoksa umursuzca geçirilmiş gecelerde ben -yine, bir kez daha- çayın altını kapatmayı mı unutmuşum?

Sen en iyisi boşver çayı felan galiba ben bütün demliği üzerime düşürdüm...

19 Eylül 2015 Cumartesi

Dalgaların Son Vedası

Dalgaların son vedasından ayıramazken gözlerimi
Köpüklerin arasından sıyrılıp da kıyıya vurmuş bir balık misali saşkınım bu gece.
Duyguların ilk hebasından kaçıramazken sözlerimi.
Vedaların arasından doğrulup da sallanmış bir el kadar durgun.
Sorguların en acısından, yaşayamazken düşlerimi.
Semaların arasından kopup gelmiş bir sel kadar darmadağınım.
Yine

17 Eylül 2015 Perşembe

En Gece

Çünkü en güzel yazılar gece yazılanlardır.
En güzel gece gece icat çıkarılır.
En çok geceye aşık olunur.
En çok geceye anlatılır dert çünkü emin olunur suskunluğundan tıpkı sonu gibi.
En güzel gece ile içilir çay, anlayamadan demini ve tadarak tüm gizemini.
En kolay gece aydınlatılır güneşin yokluğunda.
En güzel geceleri yaşanır bir hece.
Biliyor musun en çok da geceleri parlar senin yüzün.
Ve en çok da geceleri anlamlanır her sözün.
Çünkü kahretsin ki, en derin geceleri hissedilebilir hüzün.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Bitap gibiyim

Basımı kötü bir kitap gibiyim,
Karman çorman sayfalarım.
Tonlamasız bir hitap gibiyim,
Yanlış zaman duygularım.
Çok sevmisim, bitap gibiyim
Ondan belki korkularım.

15 Eylül 2015 Salı

Mısraların Heceleri

Gitar tellerinin arasına dalıp gitmiş aklım,
Bulunmaz böyle zamanlarda  ne gizlim ne de saklım.
Öyle savunmasız ki bazı notalarda aklım.
Sayelerinde, acının her zerresini tattım.


Huzur vermez, bir sarı saç tellerine asılmış umudum.
Bir de bir çift mavilikte kaybolmuş gururum.
Huzur bazen bomboş kağıtlarda, geceleri.
Bazense yeterli değil mısraların heceleri.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Aklıma düşüyorsun

Yağmurlu gecelerde kalkan toprak kokuları eşliğinde yazdığım şiirler gibi düşüyorsun aklıma. En çok da, Ankaranın puslu sokaklarında saydığım, kırık kaldırım taşlarını çiğnermişcesine gidişin düşüyor.
Öyle bir anda, sessizce,
Firarda ve bensizce.
Limana yanaşırcasına gidiyorsun, sol yanıma yaraşırcasına.
Boşluğa karışırcasına yürüyorsun, sağ olmaya darılırcasına.
Ve en kötüsü de düşemiyorsun, her gece düşdüğün aklımdan...

10 Eylül 2015 Perşembe

Harkadaş kalbimi alçaklara uğratma, sakın...

Bir gülüşün bir kamyon yükü sevgi taşıdığı zamanlardı karşılıksız. Uğursuzlugun son demlerinde tüm böcekler senin adınla uçuyordu. Umutsuzluğun yakarışlarından sıyrılabilmiş bir kaç suskunlukla başbaşa kalıyorduk çayım ve ben. Ve ben yine kan kusuyordum kalemimden her gece, kalp nedenli kansızlığın verdiği acı ile, sahi be başka bir iş yüklemeyin şu organa kafası karışıyor saçmalıyor.
Şükür ki gecti zor günler yahut belki de artık ileri sürülmüyordur. Öyle ya da böyle zor oluyor tekrar açmak bir kez kapattım mı mazi perdesini. Sanırım artık uğurluyum, bir çocuğun üfleyerek uçurduğu uğur böceğinin her kanat çırpışı kulaklarımda yankılanıyor artık. Ve umutluyum, bir kelebeğin kapanan göz kapaklarının açılma ihtimali kadar da olsa. Gururluyum artık, başkasının gözlerine de seninkilere baktığım gibi bakabilmenin haklı mutluluğunu yaşıyorum içimde. Ama hala suskunuz çayım ve ben, kimseye demeyiz derdimizi şu kağıt müsvettelerinden gayrı. Suskunluğumuzu duyanlardan öte dostumuz da yoktur zaten. Söylemişimdir belki yahut bahsi geçmiştir senin için yazdığım onca şeyin arasında hatırlamıyorum "Senden sonra çok degiştim ben". Bir zaman sonra anlıyorum ki "harkadaşlıkmış" sana zor gelen, belki de sadece arkadaşlıkmış lazım gelen.

9 Eylül 2015 Çarşamba

Görünmüş Tezat

Sen haziran sıcağı altında pişmiş kumların uzerinde gezindirirken parmaklarını,
Ben nisan yağmurlarında elleri cebinde gezen bir meczupumdur.
Sen beyaz yaşarsın hayatını.
Ben ise çayımı dahi simsiyah severim.
Sen şiir kitaplarını seversin mesela.
Benim şu içi "aşağıdakilerden" diye başlayan sorularla doldurulmuşlarla geçer hayatım.
Senin ağzın yanarken bir fincan kahveden.
Ben çek bir çay derim -bir kez daha-.
Sen siyah çizgili zebralardan hoşlanırken.
Bana hepsi beyaz çizgili gibi gelir belki.
Sen bana neden sevesin ki çok zıtız, derken.
Ben Cemal Süreya'ya inat bir tavırla şarapsız tezatlıklar yaşarım.
Sen tezatlıklara yumamazken gözünü.
Diyemem ben de "aşk dediğin de kalp ile aklın tezatlaşmasından çıkmamış mıdır zaten..." diye yüzüne.
Ve ancak nisan yağmurları dinler beni bu saatten sonra.


"Mağrurlanma ya hacı, hor görme dilharabı
Her haramdan bize de bir gün azat görünür 
Hem aşık ol, hem şair, hem tanıma şarabı,
Nerde böyle çelişki, böyle tezat görünür. "

Cemal Süreya

İnşallah üstad, inşallah...

8 Eylül 2015 Salı

Seni Yazıyorum, Bana Yazıyorum...

Ne kadar saçmalasam da az geliyor bazen. Yazdığım tüm edebiyat kuruntuları hep bir  yenisini daha istiyor benden.
O kadar çok anlattım ki sana seni, okumamışsındır dahi hepsini, olsa olsa duymuşsundur.
Ya da ne bileyim düşünüyorum bazen, belki de anlattığım kadar bile yokmuşsundur.
Hem kim demiş sana yazdığımı?
Böylesine karşılık beklenmeyen bir amaç uğruna eskitilmemeli hiç bir kalem yahut bir şairin uykusuzluğuna neden olabilecek kadar düşünülmemelidir hiç kimse. Benim de artık sen sıkmıyorsun canımı, seninle olmamaktan ziyade yazmamak artık kötü hissettiriyor bana. Sen diye bir alışkanlığım vardı benim, bağımlılık gibi bir şeydi bu. Gitmek bilmediği gibi bu alışkanlık başkalarını da çekti yanına. Senin yerini dahi almıştır belki bilmiyorum bazen seçim yapmak zor geliyor. "Seni mi düşünsem yazı mı yazsam? Senimi düşünsem de yazımı yazsam." gibi basit kelime oyunları ile çözebiliyorum böyle problemleri zor da olsa derinlerde. Fakat yazmak her gün o kadar basit olmuyor işte, sen gözlerini mutsuz kalkacağın bir sabaha açacağını bilerek kapatmak ne demek bilir misin?

6 Eylül 2015 Pazar

Vatan sağolsun

Onlarca şehidin ardından bakıp diyecek ki zırhlı araçlarla getirildiği jammer cehennemi sarayında bugünün saraylısı, vatan sağolsun.
Dini siyasete alet edebilmiş kim varsa, arkasından koşan, yöneticiden ziyade başına çoban arayan amca, bir evladın daha gitti bugün başın! sağolsun.
Şehit olmak en büyük arzumdur deyip de koruma sayısını sorsak bilemeyecek pek kıymetli büyüğümüz, say bir kaç deste parayı ki oğlun sağolsun.
Bir süper kahramana daha kavuşur ülke yakında, benzerini yıkmaya çalıştığınız yurtları ve bir benzeri olmayan paraları ile, bilal sağolsun.
Daha ilk maaşını almamış polisleri kasıtlı bir şekilde doğuya ölüme yollayan zihniyet, mahşerde kaldırdığın elin ..... -içimden gelmedi be söylemek-
Bunu yapan paraleldir deyip gördüğü her ampulde aydınlanma yaşayan genç sen haberdar olma dünyadan, onlar için kafi olan OYun sağolsun.
İktidar hevesine, bir ülkeyi yakan büyük! lider, senin de canın sağolsun sağ olsun ki her geçen gün sağlığının verdiği acıyla kabarsın defterin...

5 Eylül 2015 Cumartesi

Kelimeler Albayım!

 Yıldızlar dürttü yine, uyuyamadım albayım.
Gözlerime ışıklı bir perde indiren ayın nurundan sanıyorum bir serap gördüm uzay çölünde. Berfin yazıyordu kırık cam parçalarına benzeyen samanyolu karmaşasında. Ne görmüştüm ne de duymuştum o güne kadar bu ismi, sonra fark ettim ki; ne aynı milletin dilini tercüme içine girişmiş bir lügat görmüştüm, ne de doğudan yükselen zılgıtları duymuştum.
Sahi siz şiir okumazsınız değil mi? Eğer okusanız bilirsiniz ki; "kelimeler albayım" bazı anlamlara çok güzel geliyor bazen, bazense binlercesi anlamsız kalıyor bir dağın çarpıklığı karşısında...

4 Eylül 2015 Cuma

Her şeyin hayırlısı, senin bile...

Alt yazısı kaymış filmler gibiyim bazen, nerede duracağımı nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Ne dudaklarını okuyabiliyorum hayranlıkla baktığım yüzünden, ne de içinde hep tek bir şey aradığım kelimelerini anlamlandırabiliyorum.
Bazen de ikinci sınıfta düz sıra halinde pttden pul aldırılıp zorla yazdırılmış adressiz zarflara koyulan mektuplar gibiyim. Nereye gideceğimi, nereden başlayacağımı bilmiyorum. Senden baska ne yol ne de gidilecek bir yer biliyorum. Ben de böyleyim işte, hep yanlış zamanda yanlış yerde oluyorum yahut yanlış cümleler kuruyorum doğru yerlerde bulunduğum istisnai zaman dilimlerinde. Senden yana ne şansım vardı ne de bir papatya yaprağında aranabilecek kadar küçük bir umudum kalmıştı her ağlamaklı olduğum günde gülünecek halime. Kederim olduğun aşikardı fakat benim bulmak istediğim kaderim olup olmadığındı. Sonuç olarak çıktığım yer keder kader gibi kelime oyunları ile edebiyat yapmanın tehlikeli olduğunu anlamamdan öte gidemedi. Her neyse bırakalım bu bir şairin kaleminden belki de sanatsalbir zorlama ile çıkarılmış edebiyat kuruntularını. Gerçekten şanssızlığım mıydı beni bu duruma getiren? yoksa bu bütün zaman ve mekan kavramlarını elinde tutanın bana oynadığı küçük oyun benim dunyadaki en büyük şansım mıydı? Sahi o gün "ben de" desen ne olurdudan ziyade ne olmazdıya yoğunlaşmalıyım belki de. Ne olmazdı? Varlığın bana yokluğun kadar büyük bir ilham olamazdı mesela, yazamazdım şu benim bile nasıl yazdığımdan emin olamadığım satırlar dolusu yazıyı. Yazabildiğimin farkına varamazdım mesela şiirsiz geçen onca yağmurlu gecenin üstüne. Hayırlısıymış sensizlik sanırım, zira şuana kadar neden dediğim ne varsa hepsinin bir hayrını gördüm hayatta. Ne güzel be hayata pembe gözlüklerden bakmak, açmak penceremi her gün daha güzel bir güne. En güzeli de ne biliyor musun, yokluğunun da en az varlığın kadar hatta belki daha da yettiğini bilmek ve çürütmek bir dumandan çıkmış gri düşünceleri. Sadece yedi renkten oluşan bir gökkusağının, griler şehri Ankarayı renkledirebildiği kadar da olsa mutluluk katmak hayata iyi geliyor hem.
Her kitap hayırlısı ile bitmeli öyleyse yahut karşınıza çıkan her sonun hayırlı olduğunu bilmek gerekir öyleyse, ve hiçbir zaman karışmamalı tanrının işine, "hayırlısı" olmalı bir son mesaj hayırlısı öyleyse.

Ben de böyle sürekli yazıyorum ama bir gün bir işe yarayacak bu yazılar ve dönüp baktığımda arkama, geçirdiğim güzel zamanlar olarak kalacaklar mazi defterimde biliyorum. Belki de bilmiyorumdur hiçbir şey bilmediğim gibi. Hayat işte, hayırlısı be -yok yok o düşündüğünüz çiçek değil-...

Biz kimiz?

Acılarını içine atmış bir halkın sindirilmiş evlatlarıyız biz. Ortadoğuda avrupalı, avrupada ise geride kalmış ortadoğunun umutsuzca gelişmeye çalışan fakat hala gerici bir ülkenin birbirlerinden başka dostu olmayan evlatlarıyız biz. Üç kıtadan çekilip de anadolu denen bu küçük toprak parçasında dünyadaki tek toprak parçası buymuşçasına umursamaz bir halde yaşatılan yahut uyutulan halkın uyku bilmez evlatlarıyız biz. Türkü Kürde, Kürdü Türke kırdıran bir devletin değil. Teröristin kökünü kurutanların kökünü kurutmaya çalışanların, bir kaç çuval kömür için, doğuda o kömürlerle dahi yakılamayacak bir yangın başlatan bir halkın o sefil evlatları değiliz biz. Ampullerin yaydığı yapay ışıklarla oluşturulmuş karanlık noksanlığında parlayamayan yıldızların söndürülmüş evlatlarıyız biz. Yolsuzun bilmem kaç kilometre asfalt yolunu yol sanan sürücülerin! freni boşalmış evlatlarına benzemeyiz. Dünyaya saygıyı sevgiyi öğreten bir peygamberin izindeki talebelerinin evlatlarıyız biz. Yahudi cenazesine dahi saygı gösteren bir dine inandığını söyleyip de şehide "o da asker olmasaymış" diyebilecek kadar alçak bir halkın evlatları olamayız. Sorgulanmaya korkanlara karşı gelen, trafik cezam dahi yoktur diyebilecek kadar temiz bir halkın, kefenli değil beyaz gömlekli evlatlarıyız biz. Bizim öyle ihtişamlı saraylarımız yoktur zira gönüllerdedir bizim için en büyük taht. Üçüncü köprümüz de yoktur bizim, gerek de duymayız buna, bizim için köprülerin en büyüğü gönüller arasında kurulandır. Ne o günümüzde üç liranın üstüne çıkan beyaz kağıtlar eğdirebilir başımızı ne de şu sorgulamadan içine soktuğunuz dört duvar, bizim kıbleden başka secdemiz olmaz. Biz böyle bir halkın evlatlarıyız işte. Kimin ve neyin evladı olduğuna dikkat etmeli insan...

Tarık Gönen

3 Eylül 2015 Perşembe

Bırak da silebileyim

Bırak da bir zamanlar gördüğün bir düş olarak kalayım, hem sen de sıkılmışsındır artık yüzümü her gün görmekten.
Bırak da bir zamanlar yaşadığım bir düş olarak kal, hem belki ben dahi sıkılmışımdır her gün acı çekmekten.
Bırak bırak beni de tekrar sevebileyim, "hayal dahi edilememiş bir şeyin verdiği o inanılmaz haz" sen ol.
Bırak da lekesiz aklımın sonsuz gün ışığını sil baştan arayabileyim.
Geride ne iz kaldıysa benden bırak, bırak ki senin, yılmaz abinin de dediği gibi "sadece bilmek zorunda kalanların bildiği yol üstü lokantasında" benimle olma ihtimalinin olmadığını bileyim.
Bırak beni bir çayımı da senin bilmediğin günlerdeki kadar huzurlu içebileyim.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Bozulmuş bir Yemin! Daha

Yazıyorum yine ama bu sefer farklı bir şey var gözlerimin buğunda. Ne içimin soğukluğu ne de düşünün sıcaklığı sebep oluyor göz camlarımda birikmiş neme. Doğrusu ne olduğunu ben de bilmiyorum, gün içinde bir şarkı duymuştur belki bilinçaltım bilmiyorum, yahut eskiden oturup da seni düşlediğim yerlerden birine rast gelmiştir yolum.
Siir bahanesidir aşkın diyordum, aşk bahanesiymiş şiirin. Bak gördün mü rüştü bir konuda daha zıt düştük seninle...
İnan seninle alakası yok bu sefer, insan bir kere alıştım mı yazma bırakamıyor. Sanırım ele bulaşan mürekkep lekeleri -tabi anneme sormak lazım ama- kıyafettekilerden dahi zor çıkıyor. Bir kere vardın mı tadına derdini kağıtlara anlatmanın artık en samimi dost dahi uzak geliyor sana. Ve bir A4 kağıdı ile sırdaş olmamın en güzel yanı her zaman bir tane temin edebiliyor olmam sanırım. Ee napıyım kalemde durduğu gibi durmuyor ki mürekkep.
Öyle iste bir yemini daha bozdum sana karşı, hoş daha önce sevmeyeceğimi de söylemiştim, alışmıssındır artık.

İnatlaşma Faslı

Ölümüne yaşıyorum hayatı,
Ölüme inat hem de.
Kederine seçmişim aşkı,
Kadere inat senle.

Gülüşüne veriyorum sebatı,
Güllere inat demde.
Sebepsizce yazdığım her yazı,
Sebebe biat senle.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Biraz birazım her şeyden...

Her seyin birazı iyidir, nefretin bile. Biraz önyargı mesela temkinli yaklaşmanızı sağlar sağı solu belli olmayan biz insanoğluna. Yahut biraz sevgi koysanız her dostunuzun kalbine daha uzun ömürlü olur dostluklarınız. Şu her gün fikir değiştiren doktorların tek sabit fikrine dayanarak soylemek gerekirse biraz tuz iyidir mesela her yemeğe. Sevmek, sevmek dahi birazdan öte gitmemelidir sıkılmadan sıkarsınız yoksa. Ben mesela biraz birazım her şeyden, dün biraz ney çaldım mesela yarın belki tenis raketlerine sarılır parmaklarım yahut kalem tutar kim bilebilir ki. Biraz olmasa da olur diyebileceğim tek şey çaydır, zira bir bardak çayın çözebildiği şeyler üç beş küp şekerden çok daha fazlasıdır. Yazmanın dahi birazı makbuldür çok yazmak sıkar, yazmamaksa delirtir biraz.
Biraz uykulu bir ruh hali ile gecenin biraz geç saatlerinde yazılan bir yazıya göre biraz uzun bile olmuş olabilir. Iyi geceler, biraz değil baya iyi geceler...

26 Ağustos 2015 Çarşamba

Mutlu Son

Bunca yazı yazdım sebepsiz.
Silmek, bakıp da gülebilmektir.
Unutmaya çalışmak gereksiz.
Maharet, güzel hatırlayabilmektir.

Hayatı zindan etmek nedensiz.
Sevmek, sebepsiz gülebilmektir.
Gereksiz artık ölmek kefensiz,
Yaşamak, bunu fark edebilmektir.

Zindandan kalbine mektup

Bağlılıktan değil ahdıma,
Benim yeminim tek sözlük.
Kin tutmuyorum yağmura,
Sırılsıklamım, bir közlük.

Kızmıyorum gün ışığına,
Gözlerine bakmamak, körlük.
Gardiyana aşık bir mahkuma,
Ne demek ki özgürlük.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

İyileşmiyor

Bir damla versen bana deniz olur umudum
Yahut sen mavi giyin ben denizi unuturum
Bir hayat verdim sana ki son nefesin de olurdum.
Üfle ruhuma yak, iyileşmiyor.

Deniz dediğime bakma gözlerindi huzurum.
Ama artık ne huzur beni ne de ben huzuru bulurum.
Sana da başkasına da yetmez bitirdiğin gururum
Aç ruhumu bak iyileşmiyor.

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Unutmak Zor

Ve ben hala döktüğüm her göz yaşında senden alıyorum intikamımı, kime yeltense kalbim hala seni aldatıyor sanki, nerde bir sarılık görsem saçlarının seyrine dalıyormuşum gibi oluyor. Hala sen kokuyor çiçeğin her kış bulansa da bembeyaz örtülere, hala sen. Ama sen nereden bileceksin ki?
Bu kadar zor muydu bir hikayeyi unutmak? Annemin çocukken anlattığı hikayeleri unuttum mesela ben, sahi hansel miydi kız olanın adı gratel mi? Ne renkti kırmızı başlıklı kızın paltosu? İddia ediyorum kurdun kırmızı başlıklı kızın büyükannesinin yediğini hatırlayanların sayısı, köylülerin kurdu öldürdüğünü hatırlayanlardan fazladır. Keşke kederler de sevinçler kadar çabuk unutulsaydı. Keşke bazı çiçekler, diğerlerinden daha kolay solsaydı. Keşke bazı hikayeler diğerlerinden daha mutlu son bulsaydı. Yahut keske hayat dedikleri, bir masalda yaşarmışçasına kolay olsaydı.
Keşkelerle geçiyor hayat iste en çok da bu keşkeleri unutmak istiyorum oturduğum tozlu kafelerde.
Peki nedir unutmak? Bir bombanın türkiyenin dört bir yanını patlattıgını üc gün sonra gazetelerin son sayfalarında görememek ve giden canları bir kaç sayısal değer haline getirip hafızalardan yavaş yavaş silmek kadar kalleş ve ruhsuz bir şey mi unutmak? Yoksa bir annenin doğum sırasında çektiği acının çocuğunu kucağına aldığında mutluluğa dönüşmesi kadar güzel bir şey mi unutmak.
Belki de unuttuğumuzu iddia ettiğimiz şeyler kendimizden dahi sakladığımız sırlardan ibarettir.
Kim ne derse desin, unutmak insan oğluna verilmiş en büyük nimettir...

20 Ağustos 2015 Perşembe

Gün Batımı

Özledim yine. Nedendir bilmiyorum, bir göktaşı düştü sanki gezegeninden dünyama. Oysa ki kayan yıldızlarda bulurduk biz huzuru, gerçekleşmeyeceğini bilsek de dilek tutmuş olmanın verdiği mutlulukla. Ne zaman ki çıksa hasretin atmosferimden siman gülümsedi bana, yüzüne benzeyen bir yıldız parladı ve üzerime düşürdü ışığının tüm maviliğini yine seni andı tüm toprağım, tüm ayçiçekleri döndü yüzünü güneşten ve daha parlak görmüş olcacaklar ki uzakta parıldayan ışığa baktılar. Güzelliğin bazen tabiatı dahi şaşırtıyor. En iyisi hiç görmemek diyorum bazen yüzünü, bazense işitmemeye dayanamiyorum sözünü ve bir tek ben biliyorum soğuk kış gecelerinde sensizliğin verdiği hüznü.
Bazen yüzüne bakıp diyebiliyorum kendime ulan harbiden unutmuşum, sonra, sonra gülüyorsun geçiyor iste. Dedim ya bir dünyayım ben ve bir küçük ışığa ihtiyaç duyuyorum bazen yörüngemden çıkmamak için. Sahi ne olurdu çıksam? Her gün rutine bağlamış olduğum dönüşümden vazgeçsem ne olurdu? Belki sular altında kalırdı dünyam yahut belki karalar bağlardı her yanım. Kelebeklerimin ömrü bir kaç sene olurdu belki, belki de kelebek kalmazdı dünyamda kim bilir. Kısacası bir bilinmezliğe sürüklenirdim yokluğunda. Yada ne bileyim bir şeyler eksik olurdu işte, bir şeyler eksik kalırdı.
Gün batımı gibi bir şeysin sen be, arada bir görmek iyi geliyor...

Hala çok güzel

Yeni dikilmiş bir fidanın can suyunu beklemesi gibi bir muhtaçlıkla bekliyorum seni, bir anka kuşunun küllerinin yeniden doğuş yuvası olduğunu bildigimden bekliyorum seni, bir çöl mecnunu misali acılarımla bekliyorum seni ama olsun hala çok guzel beklemek seni, hala çok guzel son demlerini yaşamak umutlanmanın ve beyhude bir çabasına daha girismek bunu anlatmanın...